6 Ekim 1923 sabahı İstanbul’un üzerine bir sessizlik çökmüştü; o sessizlikten beslenen bir beklenti vardı. Sis, Boğaz’ın sularını ve Haliç’in kıyılarını sararken, minarelerden yükselen ezan sesi ve Galata’dan gelen adım sesleri bu sessizliği delinmişti. Şehrin her köşesinde farklı bir hayat, farklı bir heyecan, farklı bir hafıza vardı. Her ev, her dükkân, her taş döşeli sokak kendi hikâyesini fısıldıyordu; beş yıl süren işgalin ağırlığı hâlâ hissediliyordu, ama bugün değişim rüzgârı geliyordu. Kadıköy’de bir kahvehanede çay tenceresinin fokurdaması, Boğaz’dan gelen hafif rüzgârla karışıyordu. Balıkçılar sandallarını kıyıya çekmiş, ağlarını toplamış, gözleri ufukta dalgalanan beyazları arıyordu. Sahil boyunca yürüyen insanlar birbirine dokunmadan geçiyor, ara sıra sessiz bir gülümseme veya başını sallamakla kendi memnuniyetini ifade ediyordu. Bir grup çocuk, boş bir arazide bayrak parçalarını dalgalandırarak oyun oynuyordu; ellerindeki kırmızı kumaş, sabah güneşiyle buluşunca adeta bir umut işareti gibi parlıyordu. Galata köprüsünden geçenler, Haliç’in sularında yansıyan ışığı izlerken geçmişin gölgelerini fark ediyordu. Kırık pencereler, kapanmış dükkanlar, terk edilmiş evler hâlâ oradaydı, ama insan bakışı bu defa yalnızca acıyı değil, beklenen geleceği de görüyordu. Sokaklarda, işgalin simgesi hâline gelmiş bayrak direklerinin yanında artık yeni bir sabahın ilk işaretleri beliriyordu. Her köşe başında, her balkonun kenarında, gizlice saklanan bayraklar göğe doğru uzanıyordu. Harbiye’den başlayan yürüyüş, Beyoğlu’na, ardından Saraçhane’ye doğru ilerledikçe kalabalık büyüyordu. Şehrin sokakları sessiz bir ritimle doluyor, ayak sesleriyle, kalp atışlarıyla, nefeslerle birleşiyordu. İnsanlar, bir zamanlar bastırılmış olan özgürlük duygusunu yeniden keşfediyordu. Yaşlılar pencerelerden bakıyor, geçmişin acılarını hatırlıyor, gençler ise ilk kez gözlerinde korku olmadan geleceğe bakabiliyordu. Kadınlar, başörtülerini düzeltmiş, sessiz ama kararlı bir şekilde bayraklarını kaldırıyor, çocuklar ellerinde kumaş parçalarıyla koşuşturuyordu. Boğaz’ın karşı kıyısında, Üsküdar ve Kadıköy sahillerinde aynı sessizlik ve aynı hareketlilik vardı. Her kıyı, her semt kendi tarihini fısıldıyor, İstanbul’un tüm hafızası bir anda canlanıyordu. Gemi düdükleri, martı çığlıkları ve çocuk kahkahaları bir araya gelerek şehrin yeni ritmini oluşturuyordu. Bu ritim, yalnızca bir şehirde değil, bir millette yeniden doğan umudun sesiydi. Beyaz at üzerinde ilerleyen Şükrü Naili Paşa ve askerlerinin varlığı, sokaklarda gözle görülmese de hissediliyordu. İnsanlar, kalabalığın ortasında olmasa da onun gölgesini, disiplinini ve kararlılığını duyumsuyordu. Her adım, her nefes, İstanbul’un tarih boyunca yaşadığı acı ve direnişin yankısıydı. Halk, sessiz ama emin adımlarla şehri sahipleniyordu. Gün ilerledikçe İstanbul’un üzerindeki sis çözülüyor, sokaklar ve meydanlar daha görünür hâle geliyordu. Kadınlar evlerinin önünde duruyor, çocuklar koşuyor, yaşlılar sessizce gülümsüyordu. Minarelerden yükselen ezan, bir müzik gibi şehrin dört bir yanına yayılıyor, insanların içinde yankılanıyordu. Bayraklar, balkonlarda, direklerde, dükkanların önünde dalgalanıyor; her dalgalanış bir şehrin, bir milletin özgürlük duygusunu temsil ediyordu. O gün İstanbul’un her taşında, her nefesinde, her insanında bir tarih yazılıyordu. Bir millet, yıllar süren işgalin ardından yeniden kendi kimliğiyle buluşuyor, şehrin kalbinde yeniden atıyordu. İnsanlar konuşmadan, bağırmadan, sadece bakışlarıyla, nefesleriyle ve sessiz varlıklarıyla zaferi kutluyordu. Bu zafer, bir bayrak gibi göğe yükseliyor ve şehrin üzerine düşen ışıklarla birleşiyordu.
UMUT MERİÇ BERBEROĞLU