Kayıp bir kentin eskicisi gibi, ortalığa saçılmış olan karmakarışık duygularını toplamaya başlayacağından haberi yoktu Elias Rukla’nın…
…
İnsan yalnız doğar, kalabalıklar içinde yaşar ama yalnız geldiği bu dünyadan yine yalnız ayrılır.
İnsan doğup, içsel dünyasında bir yere ait olma ihtiyacı duymaya başlayınca; sevmek, sevilmek, aile kurmak, neslini devam ettirmek ister ve karşılıklı görevler belirleyen, kurallar oluşturan, uygulayan ve sadakat temeli üzerinde kurulu ideal bir topluma dahil olmak arzusunu taşır. Çünkü toplumsal bir canlıdır insan ve sosyalleştikçe dünyada kendini boşlukta, karanlıkta veya belirsizlikte hissetmez.
Peki ama ya iç dünyasında?
Kendi iç dünyasındaki karanlığı da aydınlatma arayışındadır aslında insan… Toplumda üstlendiği rol ve görevlerle, toplumun ortak yararı için çalışıp “erdemli” bir insan olma isteğiyle içsel aydınlanmasını başlattığında, insan olmanın en büyük kazancını fark eder; onuru veya diğer bir ifade ile, haysiyeti…
Yani, onur veya haysiyet, insanın doğuştan sahip olduğu bir özelliktir ve insanın kendi karakteri ve prensipleri ile ilgilidir. İnsanın kendi kendine duyduğu saygı; verdiği değerdir.
…
Elias Rukla nereden bilebilirdi ki, bir ekim ayının bir pazartesi gününün, hayatının dönüm noktası olacağını…
Her günkü gibi kahvaltısını yapıyordu hafif tombul eşi Eva Linde ile beraber, camın kenarında… Norveç’in başkenti Oslo’da yaşıyordu. O sabah da, Fagerborg Lisesi’ne gidecekti. Ellisini geçmiş, yirmi beş yıllık bir lise edebiyat öğretmeniydi.
Camdan dışarı baktı.
https://www.truvaedebiyatdergisi.com/…/mahcubiyet-ve…
Serhan Poyraz