Anadolu’da Mayıs ayıydı. Rüzgar, Gümüşçay köyünün dar sokaklarında usulca gezinirken, toprak yolları serinleten bir sabah serinliği vardı. Fakat o sabahın sessizliği alışıldık değildi. Sessizlik, korkudan değildi artık; beklentiden, büyük bir doğumun eşiğinde olmanın verdiği içe dönük bir heyecandandı. Henüz on dört yaşındaki Ali, köyün yukarısındaki kayanın üzerine oturmuş, uzaklara, doğuya doğru bakıyordu. Elinde dedesinden kalma paslı bir tüfek vardı. Ne av için ne de bir oyun için taşıyordu onu. Elindeki tüfek bir bayraktı artık, bir sessiz yemin. Birkaç gün önce, köy kahvesinde bir haber yayılmıştı. “Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıkmış.” Başta kimse ne diyeceğini bilememişti. Konuşanlar alçak sesle konuşmuş, inanmayanlar omuz silkip geçivermişti. Ama o gece, köyün imamı Mehmet Efendi, gençleri cami avlusunda toplamıştı. “Evlatlarım,” demişti titreyen sesiyle, “bir milletin şerefi yerle bir edildiğinde, Allah ona bir yol gönderir. O yol Samsun’dan başladı. Paşa, bu milletin küllerinden dirileceğini gösterdi bize.” Ali işte o günden beri kayaya çıkıyor, doğuya bakıyordu. Samsun oradaydı. Bandırma Vapuru’nun izini göremiyordu ama hayalinde, o dumanı göğe karışan gemiyi her sabah yeniden görüyordu. Mustafa Kemal Paşa, sadece Samsun’a çıkmamıştı. Her gencin kalbine de çıkmıştı. Ali, bunu iliklerine kadar hissediyordu. O gün öğleye doğru, köy meydanında bir hareketlilik başladı. Kaymakamlıktan gelen bir telgraf köy muhtarına ulaştırıldı: “Halk, işgallere karşı uyarılmalı, milli protestolara destek verilmelidir.” Ali’nin babası dahil olmak üzere pek çok köylü, ilk kez sesli konuşmaya başladı:
“Toprak susarak korunmaz!”
Ali artık kararını vermişti. O yaşta ne orduya yazılabiliyordu ne de bir tugaya katılabiliyordu. Ama o da Mustafa Kemal’in askeriydi artık. Köyün çocuklarını toplayıp gece fener altında gizli konuşmalar yapmaya başladılar. Haritalar çiziyor, gazete parçalarından kupürler topluyor, direnişin ne demek olduğunu öğreniyorlardı. Ali, her gün ağabeyi gibi gördüğü Paşa’nın izinden yürüyordu. Bir sabah, annesi onu yine kayanın üzerinde buldu. Gözleri uzaklara dalmıştı. Kadıncağız yavaşça yaklaştı, elini oğlunun omzuna koydu.
“Orada ne var Ali?” dedi sessizce.
Ali, başını kaldırmadan fısıldadı:
“Orada geleceğimiz var ana. Ve ben artık korkmuyorum.”
Umut Meriç BERBEROĞLU