EN BÜYÜK NEFRETİM
İnsanların kendinden nefret etmesinin sebebini hep merak etmişimdir. Acaba başkası sevmeyince mi insanlar kendini sevmez? Bunları düşününce cevabını da buluyoruz aslında.
Hiç annesinin sevmediği çocuğu başkası sever mi? Yıllar önce gözlemlediğim, çocuklar üzerine bir tespitim vardı. Zaman geçtikçe bunu daha iyi anladım.
Bir hanımefendi yaşadığı bir olayı anlattı. Kendi çocuklarıyla komşusunun çocukları oynarken kimin haklı olduğuna bakmaksızın daima kendi çocuğuna baskı yaparmış. Komşu çocuğu, oyuncak isterse “ver” çikolatasını isterse “paylaş” kendi canı yandıysa bile “bir şey olmaz o küçük” diyerek hep komşu çocuğunun refahını, mutluluğunu sağlarmış.
İlginç olan kısım ise şu: Kendi çocuğu, komşusunun evine gittiğinde maalesef ki koruyup gözetilen ve şımartılan yine komşu çocuğuymuş. Bu işte bir terslik vardı. Komşu çocuğu ev sahibiyken de gözde, misafirken de… Bunun sorumlusu kendi çocuğu olamazdı.
Daha sonra ki gözlemlerinde şunu fark ediyor. Komşusu çocuğunu kendisine emanet ederken şöyle diyor. Aman abla ne olur dikkat edin. Kılına zarar gelmesin, vallahi bir ağlarsa eşim beni mahveder. Ne olur dikkat edin diye emanet ediyor. Kadın emanet olması bir yana, çocuğun suratı asılmasın diye elinden geleni yapıyor ve kıymetli, sırça bir mücevher gibi; kendi çocuğunu üzmek pahasına en çok komşusunun çocuğunun üzerine titriyor.
Kendi çocuğunu emanet ederken de bin rica, ezilerek “sana da yük oluyoruz ama az işim var yarım saat bakar mısın?” diyerek emanet ediyor.
Bir tarafta kıymetli mücevher, bir tarafta yük olarak görülen bir emanetin teslimi. Bir anne bile değerini belirlemişken bir başkası ne kadar özen gösterirdi ki elin çocuğuna?
Sonradan fark ettim ki bizim çocukları biz değersizleştirmişiz. Kendi çocuğumuzdan bile daha çok kıymet verdik onlar da bizim çocuklarımıza kıymet vermedik diyor. Bu değersizlikle büyüyen insanların özgüveni ne kadar sağlam olurdu acaba? Okulda, atölyede, usta çırak ve karı koca ilişkilerinde bile bizler demedik mi “eti senin, kemiği benim” diye. Elbette bu aralar bunun dozu kaçmış, bu sözü uygulamayalım diye, edep, ahlak, saygıdan yoksun insanlar yetiştirdik ama bu kadar da sahipsizlik duygusu yaşatılmamalıydı.
Başkalarının lime lime ettiği bir insana, çöp gibi gördüğün varlığa başkası ne kadar saygı gösterecekti ki? Sınıfta bildiği sorulara bile parmak kaldıramayan, haksızlık karşısında kendisini savunamayan ve elindeki oyuncak alınınca bile ağlamayıp kabullenen, mücadele etmeyen çocukların sebebi çocuk mu yoksa ona vermeyi, susmayı öğreten ebeveynler miydi? Eni sonu karakteri anne baba, aile, çevre ve coğrafya belirliyordu.
İşte bu şekilde yetiştirilen çocuklar hep evin kurbanları oldular. Herkesin her ihtiyacını karşılayan, her işe koşan, her yükü taşıyan ama değer görmeyen, yorulduğuna inanılmayan ve hatta sevilmeyen. Ta ki aldığı darbeler onu güçlendirene kadar bu durum devam ediyor. Yaş on beş oluyor, yirmi oluyor, otuz, otuz beş derken kırkına geldiğinde ancak fark ediyor, hayatın yükünü, insanların ayak işlerini yaptığını. Artık yetemediğinde, bittiğinde ve düşünce kaldırdığı gibi kaldırılmadığında ve kısacası yaş kemale erdiğinde fark ediyor.
Kendisine takılan sıfatlara kendisinin sahip olmadığını başkalarının empoze ettiği yaptırımlarla şekillendiğini fark ediyor. Yaş kırk oluyor uyanma vakti geldiğinde. Kırkında anlıyorsun yorulduğunu, kendine ait bir hayatının olduğunu, herkesten ve her şeyden çok kendinin değerli olduğunu, kendine değer vermen gerektiğini, başkalarının değil kendi isteklerinin önceliği olduğunu sonradan anlıyorsun. Saf olduğunu bilinçaltına işleyenlerden kurtulup aslında ne kadar zeki olduğunu ve fedakârlığın saflık değil merhamet olduğunu ve hatta fedakârlığın bile saflık olarak görüldüğünü anlıyorsun, öğreniyorsun.
Her olgunluğa erişmiş insan gibi anlıyorsun. Oysa sen güçlü olduğun için, becerikli olduğun için, problem çözme yeteneğin olduğu için hep sana ihtiyaç duydular. Kendinize sorun şimdi. Bizler kaybettik mi? Kaybetmedik elbette. Problem çözme, kendimize yetme, sorunların üstesinden gelme yeteneğimiz gelişti. Siz onların hayatlarından çıktığında bocalayacaklar ama siz hayatınıza donanımlarınızı katlayarak emin adımlarla yürüyeceksiniz
Sadece yapmanız gereken çocuklarınıza, kendi çocukluğunuzu yaşatmamak. Sadece yapmanız, anlamanız gereken hiçbir şey için geç olmadığını kabul etmek. Her yaşta farklı şeylerin tecrübesini yaşayabileceğimizi bilmek. Öğrenmenin geç olmadığını ertesi daha ertesi gün büyüdüğünüzü bilmeniz gerek.
Şunu da unutmamalı ki bazen doğrular görülerek doğru bulunur bazen de yanlışları görerek doğrular bulunur. Siz yanlışlarla öğrenmiş olsanız da bundan sonraki hayatınızda doğrularla bir şeyler öğreteceksiniz.
Anlayacağız, anladık, anlayacaksınız. Sizin çok zeki, çok güçlü, çok merhametli ve çok dürüst hatta fedakar olduğunuzu. Anlayacaksınız vakit geldiğinde sırtınızdan bıçaklandığınızda heybenize bir tecrübe daha atacaksınız. Her olay bir deneyim, her hata bir problem ve çözüm. Pişman olmadık, pişman olmayacaksınız, pişman olmamalısınız ve pişman olacağınız bir şey yaşadıysanız unutmayın. İlk pişmanlık bundan sonraki pişmanlıkları yaşamamak için yaşandı.
Ben çözdüm, kendimi tanıdım ve artık ne istediğimi, ne sevdiğimi, nelerden nefret ettiğimi ya da benden bir şeyler istendiğinde ne cevap vereceğimi biliyorum. Çünkü daha önce de yaşadım tecrübe ettim. Şimdi daha emin adımlarla atıyorum hayata adımlarımı.
Çünkü kendimi sevmeyi değer vermeyi öğrendim. Çünkü artık ben kendimi tanıyorum ve kendimle olan dargınlığıma son verdim. Böyle daha güzel oldu. Çünkü şunu da keşfettim ki; kendimi sevmediğim zamanlar başkalarını da sevemiyormuşum. Şimdi kendimi seviyorum. Kendimden olan olmayan, herkesi seviyorum. Şimdi insan olan herkesi seviyorum.
Hayatta en nefret ettiğim kişi kendimken, bana kendimden nefret etmeyi öğretenlere inat, şimdi en çok kendimi seviyorum. Kendimi sevmezsem bu sevgiden siz de nasip alamazdınız. İyi ki ben, iyi ki hayat, iyi ki tecrübeler ve iyi ki uyanış.
Nigar KAYA