Bu sokak öyle ışıltılıydı ki; parlayan ışıkların altında kendini kaybedersin. Yerlerde yemek artıkları, kulağa çalınan klasik notalar, havada uçuşan pahalı hesaplar, almaya cesaret edilmeyen göz alıcı elbiseler. Kimi hak edenin üstünde. Kimi hak edenin altında. Istırap çekiyordu kumaşlar o sıkıca sarılan vücutlarda. Gülüşler sahteydi, bakışlar ise meraklı. Bir şeyler arasın, bulamazsın. Saklanmıştır. Gözlerin, dokunuşların, çırpınışların kaybolduğu gibi sen de kaybolursun. Sarılar ısıtır, yeşiller dans eder, kırmızlar ise yüreklenirdi burada.
İşte bu edayla o dikkat çeken tak tak topuk sesleriyle girdi sergiden içeri. İki basamak birden indi. Kırmızı elbisesi üstüne oturmuş, çay, kahve bekler gibi sarmıştı bedenini.
Sergiye ev sahipliği yapıyordu. Ünlüler, patlayan flaşlar, onunla konuşmak için sıraya girmiş ayaklı mikrofonlar… Hepsi de şahlandırıyordu onu. Çizdiği alıcı renklerle içini ısıtıyordu insanın. Atılmış fırça darbeleriyle anlam kazanıyor, susması gereken yerde çığlığı basıyordu bu resimler.
Tüm meraklı gözler, yuvarlak kokteyl masalarını doldurmuştu.
Limonlu sırım gibi uzanan salatalık ve havuçlar, yanında çeşit çeşit kanepeler, cipsler, kuruyemişler eşlik ediyordu sunumlara. Garsonlar şarap kadehlerini bir bir gezdiriyorlardı.
Sergi sahibi selamladı herkesi. Sıra tablolara bakmaya gelmişti.
Ahmet de içmişti iki kadeh. Tabloların yanındaydı.
Resimlerini tanıtırken, ona çarptı eli. Tam da en alıcı noktaya gelmişken açıldı gözleri. Tenindeki o gül kokusu geldi burnuna. Oradan da Ahmet’in yüreğine.
Tutmak istiyor mu elini karar veremedi. Frene bas dedi kalbi. Resimdeki akan nehrin sesini duydu Ahmet. Ayağı takılıp içine düştü. Onunla batmak, nefessiz kalmak istedi.
İçeri girdiği gibi, göz alıcı renklerin taçlandırdığı çiçekten, Kamelya’dan gözlerini alamadı. Yanındaydı. Bakakalmıştı ona. Elindeki şarap kadehini bir kenara bıraktı Ahmet. Beraber tablolarını gezmeye başladılar. Kalabalık arkalarındaydı. Umurlarında değildi. Işığından savrulan arsız kalbi onun çukuruna düşmüştü. Yan yana durdukça bu şuursuzca halleri daha da devleşiyordu.
Kamelya’nın dimdik duruşu, bilmem kaç cm lik tabloda asılı duruyordu. Duvarda yana kaymış tablosunu, yardımcısına düzelttirdi. Bir yandan da ona gülümsedi. Ne yapacağını bilemeyen Ahmet de saçlarını düzeltip, elini uzattı. Yüzüne baktığında iç içe geçmiş o güzelliği yansıdı Kamelya’nın yüzünde.
Peki Ahmet neden buradaydı? N’apıyordu?
Kamelya’nın elini tutabilir miydi?
Büyülü güzelliğinin altında çukura düşmüştü sanki.
Kalbinde başkasına yer yoktu, tablo almaya gelmişti nişanlısına. Evlenmeden önce, ona hediye edecekti.
Her şey amacından sapmıştı artık.
Elini tutmuştu çoktan. Sarmıştı bedenini onun sıcaklığı.
Telefonun ucunda nişanlısı bekliyordu.
O ise Kamelya’nın yaprağının içinde.
Yoktu artık. Çukurdaydı.
LEDA BOYACI