Çam ve meşe ormanlarının çevrelediği zeytin villada ortam sessiz oksijen de bol olunca erkenden uykusunu alıyordu insan. Bu sabah eski damın önündeki bahçeye diktiğim zeytin fidanlarını son kez sulayacaktım. Henüz havalar sıcak gitse de önümüzdeki haftalarda artık su istemezdi zeytin fidanları. Kendilerini kışa hazırlamak için bir geçiş dönemine gereksinim duyarlardı.
Kahvaltı etmeden hatta yüzümü bile yıkamadan eski damın önündeki bahçeye gittim. Eski dam zeytin villadan üç dört yüz metre kadar yukarıda, dağın dibindedir. Elimde hortum zeytinden zeytine dolaşırken boğazımın kuruduğunu hissettim. Hemen hortumun ucunu kendime doğru çevirip biraz su içtim. Su içince sanki acıktım gibi oldu. İyice olgunlaşan bazı armutlar dibine dökülmüştü. Yeni düştüğünü tahmin ettiğim düzgünce bir tanesini alıp kemirmeye başladım. Askı Armudunun tadı güzeldi ama biraz tıkızdı. İnsanda su içeme isteği uyandırıyordu. Hortum elimdeydi nasıl olsa. Çevirip biraz daha su içtim.
Bizim pınarın insana şişkinlik hissi vermeyen yumuşak içimli suyu insanı acıktırıyor mudur nedir? Hala bir şeyler yiyesim vardı. Sağa sola bakındım. Bahçenin alt tarafındaki ağacın tepesinde birkaç kilo kadar payam görünüyordu. Sert kabuğun dışındaki yumuşak kabuklar kuruyup geri kıvrılmış, bazı payamlar da dibine dökülmüştü. Kuru otların arasından bir avuç kadarını toplayıp hırkamın cebine doldurdum. Bir taraftan zeytin aşıları sulanırken ben de taşla kırdığım payam içlerini atıştırıyordum. Payamlar bitince biraz daha su içtim. Su içince acıkıyor, yedikçe su içiyordum.
Burası aslında bir meyve bahçesiydi. İçerisinde atalarımızdan kalma armut, incir, iğde, dut, nar, ceviz ve payam ağaçları vardı. Erik ve ayva ağaçları susuzluktan kurumuştu. Ben de meyve ağaçlarının aralarındaki boşluklara zeytin dikmiştim.
Asmalı Yemişin yemişleri küçük ama çok tatlı oluyordu. Anlamışsınızdır. Bizim buralarda bademe “Payam” incire de “Yemiş” denir. Ama galiba Asmalı Yemişin mevsimi geçmişti. Sararmaya yüz tutmuş yaprakların arasında, kuşların yarım bıraktığı, üzerinde eşek arıları uçuşan boynunu bükmüş birkaç yarım yemişten başka bir şey görünmüyordu. Aslında yarım marım yemeye razıydım ama arılar konup kalktıkları meyveler üzerinde ekşimtırak bir salgı bırakıyorlardı. Bu da meyvelerin tadını bozuyordu.
Bu arada gözüm eski damın yıkık duvarına yaslanmış Güz Yemişine ilişti. Adı üstünde Güz Yemişiydi. Tam da mevsimiydi. Yaprakları henüz canlı ve yeşildi. Yemişlerden bazıları buruşup boynunu bükmüş, bazıları da yer çekimine direnemeyip yere dökülmüştü. Bazıları ise ağzını açıp pembe çekirdeklerini dışarı çıkararak “Onu yeme beni ye!” der gibi, kuşları böcekleri cezbetmeye çalışıyordu. Pembe çekirdeklerini dışarı çıkarmış bu yemişler, yeşil yaprakların arasında ağacın çiçekleri gibi görünüyordu. Ağacın üzeri de dibi de pazar yeri gibiydi. Ben, iyice olgunlaşıp en tombul halini almış olanlarla ilgileniyordum. Seçenek boldu nasıl olsa. Ne kadar yedim hatırlamıyorum. Ama zeytin villaya döndüğümde kahvaltı edecek halim kalmamıştı. Kendime şöyle bol köpüklü okkalı bir Türk Kahvesi yaptım. Kuşluk kahvesi. Tek eksik bir dost sohbetiydi. Ben de yazdım. Sevgilerimle…
Necati KüçüK
( Az Efe )