Meselesi olan kitaplar vardır. Yazar bir sorunu farklı yönleriyle ele almayı düstur edinebilir ve buna göre hareket eder. Banu Katırcıoğlu, Süpürge Otu adlı hikâye kitabında en basit haliyle bunu yapıyor. Yedi öyküden oluşan kitapta, kendi kendini gerçekleştirememiş karakterlere yer verir Katırcıoğlu. Ailesinden beklediği ilgiyi ya da gereken hoşgörüyü bulamayan çocuklar, okuduğu bir kitap sayesinde monotonlaşan evliliğinden kaçmaya çalışan bir kadın ve kayın validesi yüzünden kocasıyla romantizmi yaşayamayan Belgin gibi karakterleri anlatıların merkezine koyar Katırcıoğlu. Bu karakterlerin bazılarına hayal ettikleri yaşantıya erişme imkânı verilir, bazılarına verilmez. Fakat günün sonunda Süpürge Otu’nu okuyan okuyucunun aklında ufak bir gülümseme kalacaktır diye düşünüyorum.
Öykülerde, kurulu düzenin altını oyacak yöntemler arar yazar. Bunu yaparken devreye rüya girer. Bu duruma örnek olarak, kitabın ilk öyküsü olan “Kudretli Düşler” verilebilir. Hikâyenin ana odaklayıcısı olan Kudret, babası tarafından çizilen sınırlar içerisinden çıkmaya çalışan bir market çalışanıdır. Kudret başta ismi olmak üzere babasının kendisi hakkındaki hayalleri düşünüldüğünde erkek-egemen toplumun devamı için anahtar bir figür gibi gösterilir:
İlk çocuğu oğlan olunca babası hemen koyuvermişti ismini. Kudret… “Heybetli olsun, bastığı yeri inletsin, sözünü dinletsin.” demişti babası. Hayatın, ona yapmasına izin vermediklerini oğlu yapsın istemişti. Büyük şehre gidecekti Kudret’i. Orada meslek sahibi olup çok para kazanacak, erkek gibi erkek olacaktı. Herkes sevecek ve çok saygı duyacaktı. Kudretli olacaktı. Yani babasının çizdiği hayatı yaşayacaktı. Annesi ve iki kız kardeşini yok sayıyordu babası. Sadece Kudret vardı.
Alıntılanan bu pasajdaki “erkek gibi erkek olmak” ifadesi, öyküde neyin vurgulanmak istendiğini gösteriyor. Serbest dolaylı anlatımla, babanın odaklayıcılığında bu ifade verilir, böylece okuyucu, Kudret’in babası tarafından nasıl bir beklenti ile sıkıştırıldığını görmektedir. Kudret, okula gitmediğini, onun hayallerindeki gibi bir oğul olamadığını söyleyemez. Kudret’in çalıştığı markete mal taşıyan nakliyeciyle olan diyaloğunu okuduğumuzda, karakterin babasının hayal ettiği gibi muktedir bir kişilik olmadığını görmekteyiz. Kudret tüm bu iç çatışma içerisinde, başkaları tarafından anlaşılmak isteğiyle de başa çıkmak zorundadır.
Anlaşılma isteği hayalperestliği getirir. Bu noktada Kudret’in içinde bulunduğu sıkışmışlık halinden çıkma arzusu anlatılırken yazarın dili nasıl kullandığını görmek bana kalırsa mühim. Öykünün anlatıcısı, Kudret’in izin gününü şöyle bir anlattıktan sonra tekrar işbaşı yaptığını şu şekilde anlatır:
İzin gününü, avuçladığı düşleriyle birlikte parklarda gezinerek geçirdikten sonra iş başı yaptığı gün, sırasının bile değişmediği işleri yapmak üzere sıkıntıyla depo kapısını açtı. Ter ve sigara kokulu nakliyeciyi bekliyordu. Aracın sesi duyulunca ayağa kalktı. Zayıf kalçasından inatla aşağıya kaymaya çalışan pantolonunu çekiştirdi.
Anlatıcı burada Kudret’in “düşlerini avuçladığını” söyler. Sanki düşler Kudret’in elinden kayıp gidecekmiş gibidir. Tekdüzeliğe, rutine indirgenen işiyle ve büyük şehrin hayalciliği reddeden temposuna karşı duyduğu rahatsızlık karşısında Kudret’in yapabileceği tek şey düşlerini elinde sımsıkı tutmaktır. Bu yüzden Kudret, elle tutulamayan soyut bir kavram olan düşü avucunun içine almak zorunda kalır. Bu ifade, Katırcıoğlu’nun dili öylesine kullanmadığını, Kudret’in içinde bulunduğu vaziyeti daha derinlikli bir dil işçiliğiyle anlatma çabasında olduğunu gösteriyor. Kudret’in kemer takmasına rağmen düşüp duran pantolonu ise, yolunda gitmeyen yaşantının Kudret’i her saniye rahatsız edecek olmasını vurgular. Yazarın anlatıya katkı sağlayan ve karakterin iç dünyasını somut olan üzerinden okuyucuya cömertçe sunmasını çok başarılı bulduğumu belirtmeliyim.
Kudret’in içinde bulunduğu bu vaziyetten çıkışı, görünmez olduğunu anlamasıyla gerçekleşir. Anlatı bu sayede fantastik bir yöne kırılır. Kudret, görünmez olduktan sonra, canını sıkan nakliyeciye şaplak atar, lastiklerini patlatır. Nakliyecinin ettiği küfür “muhatapsız kalır”. Kudret böylece kendini hayal kurmaktan uzak tutan düzenle görünmezliğini suistimal ederek dalga geçer. Dahası, babası tarafından kendisine dikte edilen cinsiyet rollerini hiçe saymak için lunaparka gidip pembe pamuk şekerlerden yer Kudret. Bunu yaparken şöyle der:
Pembe kartopu gibi pamuk şekerler ellerinin arasındaydı. Hepsini birden ağzına sığdırmaya çalıştı. Gözkapaklarına kadar yapış yapış oldu yüzü. Parmaklarını tek tek yaladı. Kahkahalar atarken ağlamaya başladı.
“Bak baba¬¬! Bana bak! Kudret’in pamuk şeker yedi. Her yeri pembe oldu. Pembe… Erkek adamın eli yüzü pembe oldu. Ne yapacaksın şimdi? Ne yapacaksın?”
Babasını düşündükçe öfkelendi. Daha çok bağırdı, daha çok ağladı.
Her ne kadar Kudret, görünmezliğinin bir rüya olduğunu daha sonra anlıyorsa da bu rüyadan kendini gerçekleştirmeye yaklaşmış bir birey olarak uyanacaktır. Görünürde hiçbir şeyin yeri değişmiyor, babasının temsil ettiği erkek-egemen baskıcı değerler yerli yerinde duruyorsa da Kudret’in iç dünyası öyknünün başındakiyle aynı değildir diyebiliriz.
“Tarhana Çorbası” ve “Sündiye” başlıklı ikinci ve üçüncü öykülerde de yine kendi hayatını kendi istediği şekilde yaşayamamış iki kardeşi, Ethem ve Sündiye’nin hayatını okuruz. Ethem, kendi evinde kendi istediği çizgi filmi izleyemeyen, içinde iyi yemek pişen komşu evdeki düzenin karşısında kendi annesinin ilgisizliğine şahit olan bir karakterdir. Bu yüzden evleneceği kadının annesinin tam tersi bir kadın olmasını, kendisini evde sevecen bir şekilde ve ev işlerini harfi harfine halletmiş şekilde beklemesini ister. Özetle Ethem, büyüdüğü evde annesi ve babası tarafından yoksun bırakıldığı sevgi ve intizamı arzular. Ablası Sündiye ise annesinin kucağından düşmüş, kafasını yere vurmuştur. Her iki karakter de yaşantılarına ellerinde olmayan bir aile dramıyla başlamak durumunda kalır; buna göre hayaller kurar, buna göre endişelenirler.
Birbiriyle bağlantılı olan bu öykülerle ilgili tek sıkıntım, okuyucuya bu iki öykünün bağlantılı olduğunu hissettirecek bir ipucunun daha önce verilmesi olabilir. Bu haliyle de dikkatli okuyucu bu iki öykünün bağlantılı olduğunu anlar fakat öykü kitabında yer alan öyküleri tematik alt başlıklara ayırmak da bir seçenek olabilir.
Eserde beni en çok heyecanlandıran, hatta benim yaptığım üretimle diyalog halinde olduğunu düşündüğüm öykü, “Lacivert” isimli öyküydü. Burada okuduğu romanın ana karakteri olmak isteyen bir kadının bir sabah o kadının bedeninde uyanması üzerinden ilerleyen bir öykü okuyoruz. Kadın böylece bir romanın içinde uyanır kendisiyle mektuplar vasıtasıyla iletişim kuran bir anlatıcı tarafından kontrol edilir. Burada “Kudretli Düşler” öyküsünden farklı olarak hayal ettiği duruma ulaşan ama kendini daha da sıkıntılı durumda bulan bir kadın karakterle karşı karşıyayız.
Kadın, şık bir sabahlıkla uyanır ki bu kılık, kadının normal şartlar altında giydiği pijamadan farklıdır. Bu durumu açıklamak için şu ifadeler kullanılır:
Televizyonun siyah ekranında aniden aksini gördü. Dişiliği hissedilen bir kadın duruyordu karşısında. Pijama veya eşofmanını giydiğinde sadece yorgun ve öylesine bir kadındı ve bu hayatını kocası çizmişti. Hoşuna gitti bu yeni görüntüsü. Farkında olmadan, hafif öne doğru gelen sırtını dikleştirdi. İnce beli, kalçasının kıvrımlarını daha da belirginleştirmiş gibiydi. Lastik tokayla özensizce toplanmış hafif dalgalı saçlarını açıp eliyle dağıtıverdi. Omuzlarının birinden kayan sabahlığının açık yakasından çıplak teninde dolandı saçları. Kendisini görüyordu, her zamankinden farklı bir kadın olarak.
Burada mühim olan nokta, “bu hayatını kocası çizmişti” ifadesidir. Kadın, başka bir kadın olarak uyanarak kocasının etki alanından çıkar ve kendini olmak istediği kadın olarak görme fırsatı yakalar fakat bu kez hayatını bir anlatıcının keyfine ipotek edecektir:
Şaşırdın değil mi? Okuduğun kitaptaki salonun ortasındasın işte. (…) Kitabı, benden iğrenerek okuyorsun. Ben sadece kitaptaki karakterlerin değil, senin düşüncelerini de okuyabiliyorum. Şimdi daha çok korktun değil mi? Evet, kork benden. Herkes gibi sen de kork benden. İnsanların mutsuzluklarından beslendiğimi ve her fırsatta kötülük yaptırarak kendi mutluluğumu artırdığımı da kitabı satır satır okurken öğrendin.
Kadın, evlilik kurumu vasıtasıyla kocasına ipotek ettiği yaşantısını bu kez daha büyük bir güce, deyim yerindeyse tanrı gibi davranabilecek yazara devreder. Kadının kendi başına bir faillik kazanamıyor olması, Katırcıoğlu’nun diğer öykülerde de vurguladığı bir noktaydı fakat bu öyküde işin içine kurmacanın unsurları da giriyor. Eser kurma işini de bir tahakküm mekanizması olarak düşünen yazar, kadının failliği meselesini böylece çok daha ilginç bir boyutta tartışıyor diyebililiriz.
Öykünün bu kısımlarını okurken yüzümde engel olamadığım bir gülümseme oluştuğunu da söylemeliyim. Zira benzer bir kurguyu ben roman biçiminde yazmıştım. Bana kalırsa benim romanımla Katırcıoğlu’nun öyküsü arasındaki fark, anlatıcının geleceği haber verme eylemine açık olup olmamasında aranmalı. Katırcıoğlu’nun anlatıcısı, karakterine gelecekte olacakları söyleyip ona göre aksiyon almasını söyler:
Umarım en önemli bölümü hatırlıyorsundur? Kitapta, senin karşı komşunun gözü sabah cazibe deposu diye içinden geçirdiğin kocandaydı. Senin yerine geçebilmek için ne planladığını okumuştun. İşte şimdi korkmaya başlayabilirsin.
Karakter, halihazırda okuduğu kitabın içine bırakılır “Lacivert” öyküsünde. Benim romanım Kindar Romancı’da ise mesele, karaktere zorla bir şeyler yaptıran anlatıcıyı vurgulamaktı:
Yerde yırtılıp bırakılmış kâğıtlar görmüştü. Fena hâlde ürkmüştü. Sonra ellerine baktı. İnce parmaklı be-yaz ellerine. Ve onları kontrol edemediğini anladı. Elleri o kapının koluna gidiyordu. Durduramıyordu.
“Hayır! Açmam! Neden?”
Yavaş yavaş gidiyordu eller. Sanki nispet yapıyorlardı Necmi’nin bağırışlarına.
“Dur!”
Durmazlar, Necmi. Durdurmazsam durmazlar. Artık açmak istiyorsun o kapıyı. Ben neyi emredersem onu yaparsın.
“Hayır! Açmam!”
İstersem sana aynı şeyleri bin kere tekrar ettiririm. İster-sem her şey bitmeyen bir yineleme olur. Ama okuyucunun sıkılmasını istemeyiz değil mi?
Kader önceden yazılıysa ve yazan belliyse, karakter ancak kaderi uygulayan, failliği olmayan kimsedir diye düşünmüştüm bunları yazarken. Karakterin başkaldırısı, kendisini yıkıma götürmenin en kolay yolu olacaktır bu durumda. Bunu bir de distopik romanların olmazsa olmazı olan “yüzleşme” sahnesi aracılığıyla sağlamış, yazar-tanrıyla karakter-kulu bir araya getirmeye çalışmıştım. Ne kadar yapabildiğimiz okuyucunun takdirine kalmıştır. Katırcıoğlu’nun ve kendi eserimin kurgulanma biçimine baktığımda, aynı kurgu yönteminin farklı meseleler ele alındığında nasıl farklılaşabildiğini görüyorum. Kadını ve kadının erkek-egemen toplumda etkisiz kılınışını anlatan bir öyküyle tanrıyı, kaderi sorunsallaştıran bir roman bambaşka yönlere götürür okuyucuyu. Buna rağmen ürettiğimiz eserlerde bu türden bir benzeşme beklemiyordum. Edebiyatta aynı yolun yolcusu olunmaz bana kalırsa fakat Banu Katırcıoğlu Hanımefendi ile aynı yolun yol keseni olmuşuz bir kere. Bunun verdiği keyfi tüm okuyucular ve yazarlar yaşar umarım.
KAYNAKÇA:
Katırcıoğlu, Banu. Süpürge Otu. Ankara: Yâde Yayıncılık, 2025.
Sakaoğlu, Çağlar Ilgın. Kindar Romancı. İstanbul: Mythos Kitap, 2022.