Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
17°C
İstanbul
17°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
9°C

FUJİ DAĞINA TIRMANAN SALYANGOZ

FUJİ DAĞINA TIRMANAN SALYANGOZ
3 Ekim 2022 23:05
593
A+
A-


Taksici, Yüzüncü Yıl Caddesindeki adrese geldiğinde, arkada oturan İpek Ekin, kol
çantasının içinde tuttuğu şırıngayı henüz yarısına kadar doldurabilmişti. Bir kadının,
çantasında aradığı şeyi ancak iki saatte bulduğunu iyi bilen şoför homurdanarak bekliyordu.
En azından öyle görünüyordu. Çünkü aklı daha çok dışarıdaki sağanaktaydı. Sonunda ücreti
ödeyen İpek, iner inmez trençkotunu kızıl saçlarının tepesine kadar çekti ve apartman
sundurmasına sığındı.
Mermer duvardaki zillerden en aşağıda olanına bastı. Sokak kapısı otomatikle açılınca
etrafına baktı ve apartmana girdi. Merdivenlerden, zemin katta bulunan bir daireye indi. Açık
bırakılmış dış kapısında kendisini karşılayacak kimse görünmüyordu. Çizmelerini çıkartırken,
aynı zamanda içeriden gelen sesi dinledi. Ağır çalan bir melodiyle, fokurdamaların
oluşturduğu ritmi duydu. Ama başka birisi duysaydı, normal bir evden çok, kadınların gizlice
uğradıkları bir falcının yeri zannederdi burayı.
Dış kapıdan salona kadar, İpek’in şu an yürümekte olduğu koridor uzanıyordu.
Koridorun her iki yanı ikişer küçük odaya açılırdı. Sol taraftaki tatami kaplı ilk odanın tek
eşyası bir kara tahtaydı. Diz üstü oturmuş birisinin rahatlıkla kullanabileceği boyda yapılmıştı
bu tahta. Diğer odalarda ise –ki bunların kapısının açıldığını hiç görmemişti- ev sahibine göre
gerekli-gereksiz şeyler dışında bir şey yoktu. Zaten İpek’ de üç yıldır bir kere sormuş ve daha
da üstelememişti. Çaktırmadan neler olduğuna bakacak kadar da meraklı değildi hem.
İpek arkadaşını –daha doğrusu bir zamanlar üniversite hocasını- her ziyaret ettiğinde,
onu salondaki duvara bitişik masada oturmuş, önündeki kağıtlarla ilgilenirken bulurdu.
Arkadaşı işini bitirip kalkana dek İpek de sessizce salonda gezinir, bazı zamanlar uzun
sürmesine sinirlenir ama belli etmezdi. Rahatsız edici, eskimiş ya da antika mobilyalar,
gramofon sehpasının arkasındaki tamamı dolu plak rafı ve etrafa saçılmış kitaplar ile not
yığınları sanki düzenle yerleştirilmişti. Siyah perdeler genelde çekiliydi ama turuncu ışık
yayan abajurlar içeriyi canlı tutmaya yetiyordu.
Tam o sırada İpek duvara asılı aile resimlerinin yanında daha önce hiç görmediği
tabloyu fark etti. Belli ki yeni asılmıştı. Dikkatlice incelemesine rağmen pek anlayamadı. Hala
okumakla meşgul masadaki adama sormayı düşündü ama o sormadan,
“Ölümle Yüzleşen Maskeler,” dedi yaşlı adam, “Tablonun ismi.”
“Ya! Kimin peki?”
Kağıtları okumayı bitirdi ve bazılarını sıralayıp tel zımbayı sayfaların kenarına bastı,
sonra cevap verdi.
“James Ensor, diye birisinin.”
“Tuhafmış.” dedi İpek tekrardan tabloya göz gezdirerek. “Hiç duymadım.”
Yaşlı Adam sonunda, ne çekmecesi ne de bölmesi olan beyaz sunta masasından
kalkmaya yeltendi. Ama masanın ayaklarının dibinde uyuklayan Akita İnu cinsi köpeğini
rahatsız etmemeye çalışıyordu. Ayağa kalkıp İpek’e döndü ve kollarını genç kızın omuzlarına
dolayıp sarıldı ona. “Boş ver şimdi onu da-” dedi ve hemen hemen aynı solukta da ekledi,
“Islanmışsın sen!”
Montunu çıkartıp mor kanepeye seren İpek oturdu ve karşısındaki iki rafın ortasında
duran koltuğa yerleşmiş yaşlı adamı dinlemeye başladı. Her zamanki gibi o gür sesi ve
kendine has canlılığıyla konuşuyordu yaşlı adam. Anlattıklarını takip edebilmek zordu. Belirli
bir sırada ilerleyen konu arada dallanıp budaklansa da heyecanlı konuşması İpek’i asla
bunaltmazdı. Diğer yandan elli yedi yaşını henüz bitirmesine rağmen, insanın “o sakallar ve
saçlar beyazlamasaydı daha genç gösterirdi.” diyebileceği haldeydi. Uzun saçlarının tepesi
seyrelmiş ve önden alnının kenarlarına doğru ayrılmıştı. Favorilerinden çenesine uzanan ince
sakalı muntazam kesilmiş top sakalında bitiyordu. Geniş yüzünde uzun bir burnu vardı. Ama
kalkık ucu yuvarlak ve iriydi. İçine kaçmış gözleri de hareketli ve koyu yeşildi.
Şimdi yaşlı adam yirmi dakikadır, -İpek’in dillendirdiği- geçmişte yaşanan bir olaya
açıklık getiriyordu. Bacak bacak üstüne atmıştı.
“Ve böylelikle, konuya açıklık getirecek olursak” diyordu Yaşlı adam. “Aslında
çoktandır kanserdi.”
“İyide bana intihar dediler.” diye yineledi İpek. “O zamanki sekreter, adı neyse, yemin
etti durdu, intihar etti diye.”
“Hayır canım, saçmalamasın! Son aylarında doğru düzgün yanında olan tek kişi
bendim.” Yaşlı adam bileğindeki saate baktı. “A-aa, yine dalmışım bak! Niye söylemiyorsun?
Ne içersin?”
“Sorun değil. Şimdi almayayım.” dedi İpek gülümseyerek. “Hazırlandığında
getirirsin.”
“Şu aptal yönetici!” dedi yaşlı adam. Üzerindeki yün hırkasının düğmelerini
ilikliyordu. Camın önündeki peteği göstererek. “Kırk defa değiştirmesini söyledim. Yarın
gelir bakar yine boş boş. Her neyse ne anlatıyordum?”
“Kanser olduğunu nasıl herkesten sakladığını.” diye atıldı İpek. Montunun cebinden
sigara paketini çıkarttı.
“Hah. Evet. Tüm yıl saklamış adam. Hatta evdekilerden bile. Sadece bana ve İngiliz
Edebiyatındaki Tayfun’a anlatmış. Hatırlıyor musun o genç hocayı? Sonradan başka
üniversiteye geçmişti. Sizin doktora dersinize girmiştir kesin.”
“Tam değil. Şu boynunda papağan dövmesi olan adam değil mi?”
“Evet.”
“Tamam tamam. Hatırladım. Her defasında konuyu dört dil bildiğine getirir. Baston
yutmuş gibi de yürürdü.”
“Ne baston yutmuşu? Baston yutmuş az kalır! Bildiğin Roma heykellerinin yürüyen
haliydi o.”
İpek keyiflice kahkaha attı ve “Vallaha öyle!” dedi, sigarasını yakarak.
“Kaynamıştır…” dedi Yaşlı Adam. Fokurdama sesi artmıştı. Birden ayaklandı.
“Hayatımda tanıdığım en karamsar adamdı. Biraz açılsın diye elimden geleni yaptım. Düşün
artık gidip Tayfun’a bile danışacaktım. Gel gör ki giden biz olduk.”
“Boş ver. Fena mı işte? İstediğin kadar tatil yapıyorsun.”
“Öyle tabii.” dedi Yaşlı adam içini çekti ve yerdeki İran kiliminin motiflerine bakarak
konuşmasını sürdürdü. “Öyle ama, hakkımda söylediklerini-.”
“Hakkında söylediklerinin artık ne önemi var!” diye sözünü kesti İpek. “Tamam,
büyük iftira attılar. Hafife alınamaz şeyler. Ama ben hiçbirine kulak asmıyorum ve-”
Yaşlı adam elini kaldırıp İpek’in konuşmasını durdurdu. Kilimin motiflerini dalgın
dalgın seyrediyordu. “Çok önemi var.” dedi. “Dedikodu canı sıkılan meraklıların kendilerini
tatmin ettikleri bir eğlencedir. Bir süre sonra unutulur ama önemsiz de değildir, öncü
depremden farksızdır. Fakat iftira tehlikenin davetiyesidir. Sen unutsan da, meteor gibi çok
uzağındadır. Göremezsin. Bir gün sana çarpmayacağının garantisini de veremezsin.”
Bunun üzerine İpek ağzını açıp bir şey soracak gibi oldu ama şimdi ne sorarsa sorsun
hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Yutkundu sadece ve sessizce bekledi. Bir an düşüncelerinin
karışmasından korktu. Yaşlı adamsa sanki ortamdaki kötü atmosferi çabucak toparlayıp poşete
doldurmuş gibi eski canlılığına döndü. Başını kaldırdı ve
“Eee! Keyiflenelim artık.” diye seslendi. “Hemen içecekleri hazırlıyorum. Bu sefer
kıvamını tutturdum. Kesin hoşuna gidecek.”
“Vallaha bilemiyorum.” dedi İpek. Rahatlamıştı. “Yanlış hatırlamıyorsam öncekilerde
de hep kıvamını tutturmuştun.”
“Evet. Doğru. Kaynatmada bazı zamansal sorunlar yaşandı. Bir de malzemeleri tam
eklememişim.”
“Neyse. Mühim değil. Tabii bu yaştan sonra Oktay Usta olmak gibi bir amacın yoktur
inşallah?”
“Yok canım. Daha neler! Öyle bir amacım olsa bile ulaşması çok zor.” dedi Yaşlı adam
ve mutfağa gitmek üzere salondan çıktı ama geri dönüp, “Pencereyi açarsan dumandan
ölmeyiz hani.” dedi İpek’e ve gitti.
İpek gülümsemeyi bıraktı. Suratı bembeyaz kesilmiş, bir cesede dönüşmüştü sanki.
Aklına gelen şeyleri düşündükçe dişlerini sıkıyor burnundan soluk alıyordu. Şu anda ne
yapacaksa yapsın bir karar vermeliydi hemen. Alnından iri, soğuk ter damlaları süzülüyordu.
Böyle olacağını taksideyken hesaba katmamıştı. Mutfak tezgahına konulan bardakların
tıkırdamasını işitti. Şimdi arkadaşının şüphelenmediğine inanmak zorundaydı. Ayağının
ucunda duran çantasını dizlerinin üstüne aldı. Açtı. İçinden çıkarttığı şırıngayı titreyen elinden
düşürecekti az kalsın. Sonra şırınganın kapağını çekti ve ucunu yukarı tutup işaret parmağının
tırnağıyla üç kere vurdu. Ardından yavaşça çantasına koydu ama fermuarını kapatmadı.
Sehpadaki kül tablasında yanan sigarasını fark edip söndürdüğünde Yaşlı Adam elinde gümüş
bir tepsisiyle salona girmişti.
Fincanlardaki içeceklerle ve kurabiyelerle dolu tabağın bulunduğu tepsiyi İpek’e
uzatan Yaşlı adam,
“İyi misin!” dedi.
Kazağının koluyla alnını kurulayan İpek. “Evet.” anlamında başını salladı.
“Ne oldu?”
“İyiyim iyiyim.” diye cevapladı.
“Emin misin?”
Altın yaldızlı çini fincanı aldı.
“Gerçekten iyiyim.”
“Yüzün solmuş senin.”
“Daraldım biraz ondandır. Yoksa iyiyim.”
Doğrulan Yaşlı adam sehpadaki kül tablasını tepsiye koyup,
“E! Allah aşkına pencereyi açmamışsın ki!” dedi ve söylenerek gidip pencereyi açtı.
“Yaslan arkana. Hatta uzanabilirsin. Dur çantanı alayım daha rahat-”
“Yo, yo gerek yok. Böyle gayet rahatım.”
“Yüzünü yıka istersen.”
“Gerçekten iyiyim.” dedi İpek, tabağından tuttuğu fincanı gösterip, “Nasıl olmuş,
bakmayalım mı? Merak ediyorum?”
Yaşlı Adam tepsiyi masaya bırakıp kurabiyelere dokunmadan yalnızca elindeki
fincanla koltuğuna oturdu. Bitkisel karışımını yudumladı. Dudaklarını şapırdattı ve kaşlarını
yukarı kaldırıp,
“Harika!” dedi. “Sana demiştim de mi? Bak! Sorun kaynatmadaymış. Tabii ısırgan otu
atmamak da gerekiyormuş.” Tekrardan yudumladı. “İçsene.” dedi İpek’e “Neyi
bekliyorsun?”
Bardağını dudaklarına götüren İpek biraz içti. Düşündüğü gibi sıcak olmaması tuhaf
geldi. İkinci ve üçüncü yudumunu aldı.
“Nasıl? Beğenmedin mi?”
“Yeni kaynatmadın mı bunu? Neden soğuk?”
“Ilıklaştırdım biraz ama o kadar da soğuk değil bence. Tadı hoşuna gitmedi mi?
“Güzel. Şerbetimsi sanki. Neden yoğun?”
“Tatlandırıcı olarak kattıklarım yoğunlaştırmıştır.” dedi Yaşlı adam ve bardağı yarıladı.
Kalkıp bel yüksekliğindeki, üç duvara birden yayılmış kitap raflarında gezdi. Sıkıştırılmış
kitaplardan birini rastgele çekti, sayfalarını karıştırdı ve geri aldığı yere koydu. Parmağını
diğer kitaplarda gezdiriyordu. Sırtı İpek’e dönüktü.
“Çocukların uğruyor mu?” diye sordu İpek.
Yaşlı Adam cevaplamadı.
“Neredesin yahu? Daha geçen gün buraya koymuştum.” dedi, dizlerinin üstüne çöktü.
“Hah. Buradasın.” Bulduğu kitabı çekti. “Ne demiştin?”
“Şu tahtalı odada ne yapıyorsun?” dedi İpek.
“Çalışıyorum.” Sayfaları karıştırıyordu.
“Küçük tahta da yorulmuyor musun?”
Yaşlı adam yine İpek’in sorusunu cevaplamadı.
“Fuji Dağına Tırmanan Salyangoz!” diye bağırdı. “En sevdiğim bölüm. İki dakika
gelsene sana göstereceğim bir yer var.”
İpek, fincanını sehpaya koydu. Önce çantasına daha sonra da gözlerini kaldırıp,
bağdaş kurmuş kitap okuyan Yaşlı adama baktı. Çantasının fermuarını kapattı. Biraz yorgun
hissetti kendisini. Ama başı ya da vücudunun herhangi bir yerinde ağrı yoktu. Daha çok insanı
uyumaya hazırlayan tatlı bir yorgunluktu bu. Ayağa kalktı. Adımını attığında bacaklarının
güçsüzleştiğini ve diğer adımını atmak yerine uzanıp güzelce uyumak istiyordu. Her şey ama
her şey dönerek bulanıklaşıyor, bir süt gölünde boğuluyordu sanki.
İpek Ekin, gözlerini bir yere sabitlenmiş burnundan akan kanla kilimin üzerinde yan
yatıyordu.
M. L. BAYRAKTAR

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.