
Ayşe Can
Bazen uyanıp, her şey bir şekilde değişmiş diyoruz. Belki de her şey aynı da biz farklı bakıyoruz. Diller dönüşür, ilişkiler dönüşür, değerler yeniden paketlenir ve sunulur. Ama insan, tüm bu akış içinde kendine şu soruyu sormalı: Ben neyim ve ne olarak kalmalıyım? Her şey değişirken, hangi değer elimizden kaymamalı?
Dünyanın dönüş hızı sabit ama zaman artık öyle değil. Sanki hep bir yerlere yetişmeye çalışıyoruz, zamana karşı yarış halindeyiz. Günler sanki saniyelere sıkışıyor. Belki de en başta zamanla olan ilişkimiz değişti. Ne var ki, zamanı hızlandırarak yaşamak bizi daha “yaşayan” yapmadı; tersine, içimizdeki insani derinliği törpüledi. Bu yüzden sorumuz kıymetli: Biz bu hız çağında neyi sabit tutmalıyız?
Michael Ende’nin Momo’su geliyor hatırıma. Sessizce dinlemeyi bilen küçük bir kız çocuğu, gri adamların insanların zamanlarını çaldığı bir dünyada tek başına direniyordu. Momo’nun en büyük gücü konuşmak değil, kalpten dinleyebilmesiydi. Bugünün dünyasında, bu yeti neredeyse kaybolmuş durumda. Sabit tutmamız gereken belki de budur: Gerçek anlamda dinleyebilmek.
Bugün artık birbirimizi duymuyoruz bile. Sohbetler yerini bildirimlere bıraktı. Dertleşmek bile ‘gönder’e basılan bir emojiye dönüştü. Oysa dinlemek, sadece kulakla değil; kalple yapılan bir eylemdi eskiden. İnsanı insan yapan en temel şeylerden bir tanesiydi…
Zamana Karşı (In Time) filminde insanlar, yaşamlarını saniyelerle satın alıyorlardı. Marketten süt alırken, kira öderken ya da işe giderken; her adım, yaşamlarından eksilen dakikalarla ölçülüyordu. Film, zamanın yeni para birimi haline geldiği bir gelecek kurguluyordu. Zenginler sonsuza kadar yaşayabiliyorken, yoksullar her gün birkaç saat daha kazanmak için çırpınıyordu. Filmin alt metni netti: Eğer dikkat etmezsek, değerlerimiz, birileri için pazarlanabilir hale gelir.
Bugün biz de değerlerimizi, farkında olmadan takas ediyoruz. Anlam yerine görünürlüğü, derinlik yerine hızla tüketilen içerikleri, samimiyet yerine stratejiyi tercih ediyoruz. Oysa sabit tutmamız gereken şey, içsel pusulamız olmalı. Neyin doğru, neyin değerli, neyin insani olduğunu hatırlatan o iç ses.
Daha az konuşmak, daha az göstermek, daha az tüketmek. Bunlar çağımızda neredeyse radikal eylemler haline geldi. Ama bazen en büyük direniş, en küçük geri çekilişlerde saklıdır. Belki de biraz durmak, bağırmak yerine susmak, anlatmak yerine anlamak gerekiyor bize. Sabit tutmamız gereken belki de “Yavaşlamayı bir zaaf değil, bir direnç biçimi olarak görebilmek” olmalı. Çünkü yavaşlamak, bugünün dünyasında sadece bir tempo değil, bir tavırdır. Durmayı bilen insan, neyin peşinden gittiğini fark eder. Aceleyle koşanlar ise çoğu zaman neden koştuklarını unuturlar.
Her şeyin algoritmalarla yönetildiği, hislerin analitik olarak çözümlendiği bir çağdayız. Ama unutmayalım ki insan, algoritmalarla ölçülemeyecek kadar derin bir varlık. Elbette bu bir ilerleme. Ancak insanın robotlaşma riski taşıdığı bir ilerleme. Biz, değişimle birlikte şekil alırken, şeklimizi kaybetmemeliyiz. Nezaket, merhamet, adalet, sadelik gibi kavramları sabit tutmak zorundayız. Çünkü insanı insan yapan şey, yalnızca bilgi değil, o bilginin içindeki vicdandır.
Sonuç olarak, değişim kaçınılmazdır. Ama yönü belirsiz bir değişim, savrulmayı getirir. Sabit olan şeyler, yön bulmamıza yardım eder. Tıpkı fırtınada sığınabileceğimiz bir deniz feneri gibi.
Her şey değişebilir: teknoloji, iklim, dünya düzeni… Ama insan kalabilme gayreti, bu çağın en kıymetli sabiti olarak elimizden kaymamalı. Çünkü bence geriye dönüp baktığımızda ne kadar hızla koştuğumuzu değil, koşarken neyi elimizde tutabildiğimizi hatırlayacağız.