Yaz, Emine için yalnızca mevsim değildi; bir ritüeldi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da babasının evine geldiğinde, beraberinde getirdiği eşyalarla geçmişin tozunu silmeye hazırdı. Kendi evinden kullanmadığı ne varsa toplamış, çocukluğunun geçtiği bu taş duvarlı eve taşımıştı. Duvarlar geçen yıl badana yapılmıştı ama kışın tüten soba dumanı, zamanın izlerini çoktan geri getirmişti. Yerdeki Anadolu motifli yün kilim, artık sadece bir hatıraydı. Elini uzattığında bir parçası elinde kaldı. Eğildi, tamamını kucakladı ve avluda yanan ateşe attı. Alevler yükselirken, Emine geçmişin izleriyle yüzleşiyordu.
Yatak odasına geçti. Kapının arkasında asılı duran eski ceket, yılların tanığıydı. Sol koluna astı. Duvardaki çivide dizili gömlekleri tek tek inceledi. Bazıları artık giyilemeyecek kadar yıpranmıştı. Onları ayırdı, ceketi de yanına alarak avludaki ateşe bıraktı. Temizlik, yalnızca fiziksel bir eylem değildi onun için; bir arınma, bir yenilenme, bir içsel yolculuktu.
Ev, annesini kaybettiğinden beri babasının yalnızlığına ev sahipliği yapıyordu. Emine, bu taş evin her köşesinde çocukluğunun yankılarını duyuyordu. Yüklüğün üzerindeki eski battaniyeler, sararmış yastıklar, çarşafsız yorganlar arasında en eskisini aldı, yatağın üzerine serdi. O an, zaman durdu. Yorganın yüzü, onu bir sergide gördüğü kırkyama yorganlara götürdü. Ama bu yorgan, bir sanat eserinden öte, annesinin elleriyle diktiği bir anıydı.
Çocukluğunda annesi, küçülen giysilerin sağlam yerlerini keser, terziden artan kumaşları bohçaya koyar, divanın altına saklardı. Yengesi, İstanbul’un tanınmış terzilerindendi. Bir keresinde annesiyle İstanbul’a gitmişlerdi. Dönerken yanlarında bir torba dolusu kumaş vardı. O kumaşlar, bir gün yorgan olacaktı.
Yorganın astarından sarkan yün ve pamuk parçalarına dokundukça Emine’nin gözleri doldu. Her parça, bir anıydı. Annesinin kumaşları ayırırken gösterdiği özen, dokuma sıklığına dikkat edişi, kumaşları yıkayıp aprelerini çıkarması, hepsi birer ritüeldi. İnce ve kaygan kumaşların altına tela koyar, döküm ütüyü dikkatle kullanırdı. Telanın erimemesi için tülbent serdiği sahne, Emine’nin gözünde canlandı. O günleri izlerken aldığı keyfi bir daha hiç alamamıştı.
Kumaşların renkleri, desenleri… Hangisi hangisine denk gelecek, birlikte karar verirlerdi. Şimdi avludan gelen yanık kumaş kokusu, geçmişin kapılarını aralıyordu. Yorganın üzerindeki parçalar, yılların tanığıydı. Simleri hâlâ parlıyordu. Geçmişe duyulan hayranlık, bugünde yaşatılan hatıralarla canlı kalıyordu.
Bir parça kumaş, Emine’nin zihninde başka bir sahneyi canlandırdı. Yüzü çok boyalı, kalın dudaklı, uzun boylu, renkli giysili bir kadın gelmişti yengesine. Yengesi ölçüsünü almış, aceleyle uğurlamıştı. Emine, o gün yengesinin neden kederlendiğini anlamamıştı. Meğer o bir erkekmiş. Yengesi o gece uyumamış, elbiseyi hazırlamış, provasını yapmış, teslim etmişti. Otobüste o kadını annesine sorduğunda, annesi konuyu geçiştirmişti. Ama o sahne, Emine’nin zihninde yer etmişti.
Annesi, yorganı dikmeden önce kumaşların atkı-çözgü yönüne bile dikkat ederdi. Parçaların birbirine uymaması ihtimaline karşı yedek kumaşlar ayırırdı. Kış boyunca pencerenin önündeki şiltede oturur, sabırla parçaları birleştirirdi. Emek, dikkat, sevgi… Hepsi bu yorganın yüzünde toplanmıştı.
Emine içini çekti. “Canım annem,” dedi, “tek tek bu kumaş parçalarını bir araya getirdiğin o anlar, anılarımda can buluyor.”
Sergide okuduğu panoları hatırladı. Kırkyama, Hindistan’dan Avrupa’ya gelen pahalı kumaşların artık parçalarından doğmuştu. En eski uygulaması 1708’de Kuzey İngiltere’de yapılmıştı. Ama ilk izler, bir kabile reisinin mezarındaydı. Emine’nin elleri hâlâ yorganın üzerindeydi. Bu yorgan, onun geçmişiydi. Her parça bir hikâye, her dikiş bir anıydı.
Nurcan Balıbey