Hayat bazen insanın önüne iki pencere açar. Biri geçmişe, kaybolmuş seslere, eski şehirlerin taş kokusuna; diğeri zamana, hastane koridorlarının sessizliğine, monitörlerin tek düze ışığına. Son günlerde ben tam o iki pencerenin arasında oturdum, hem ruhumla hem bedenimle.
Bir yanım eski defterlerin sayfalarına dokunuyor, Göktürk harflerini çözmeye çalışıyor, geçmişin hafif rüzgarını avuçlamaya uğraşıyordu. Öte yanım beyaz duvarlara yaslanmış, soğuk cihazların ritmine uyum sağlıyordu. Kalbim çelişkiler içinde atıyor, yazmak istiyor, keşfetmek istiyor; bedenim ise sürekli “ben buradayım” diyordu.
Boynumdan omuzlarıma, omuzlardan kalbime yayılan ağrı, röntgen filmleri, EKG çizgileri… Doktorun söylediği “düzleşme”, “kireçlenme”, “D vitamini” kelimeleri… Hepsi bir yanda; öte yanda defterler, kitaplar, sayfalar… Yazmak, kaçış değil; bir dirençti bana. Her satır, her harf içimde bir ışık yakıyordu. Belki de insan tam da böyle zamanlarda kendi ışığını buluyor: gölgeyle dolu bir odada bile.
Şimdi dönüp bakınca, fark ediyorum ki her şeyin bir dengesi varmış. Bedenin sızısıyla yüzleşirken ruhun uçmayı sürdürüyor. Bir pencere acıya açılırken öteki ışığa… Ve ben hep ışığı seçtim. İnsan yüreğini hangi pencereye yöneltirse, hayatın renkleri de oradan süzülüyor.
Yazı, benim için kelimelerden ibaret değil; bazen bir ilaç, bazen bir pusula, bazen karanlık günlerin içinde parlayan küçük bir fener. Ve ben o feneri elimden bırakmadıkça, hangi gölge düşerse düşsün, yolumu kaybetmiyorum.
Birsen EKER