—
Yaşam sürecimiz içerisinde sık sık bırakmaya çalıştığımız, bazen bıraktığımız, hatta ve hatta unutmaya bile kalktığımız, fakat asla da unutamadığımız, eksikliğini hep iliklerimizde hissettiğimiz şiirin sıcaklığı ile birlikte, onun gümüş kanatlarında olmak ne güzel şu an… Güzel olacak elbette çünkü “şiir; insanın kendi anadili çalgısında söylenen bir türküdür…”
Şunu unutmamalıyız ki her insanda şiire karşı bir yaklaşım söz konusudur. Sanat psikolojisi ilmi bu yaklaşıma “içgüdü” diyor galiba. Bu anlayışa göre de sanatın, edebiyatın, şiirin temelinde bastırdığımız, ya da farkına varamadığımız duygular vardır. Bu duygulardır ki zaman zaman içimizdeki çocuğun sesi olarak ortaya çıkar. Ortaya çıkar da tüm gönüldaşlarla gönül gönüle söyleşir durur:
Ucu kancalı mısralar takmadım boynuna
Bilirsin. Ya da bilme/lisin…
Kopar parmaklarını avuçlarımdan.
“Zevk-ü safa yalan” dedi şarkılar…
Henüz üzerinde çiğ taneleri varken öptürür bizlere çiçekleri bu ses! Bu ses düşüncelerimiz arasındaki mesafeleri kaldırır ve bizleri alıp oturtur bir mor bulutun üzerine. Bir de bakmışız ki; mor ötesi bir başka boyuttayız… Artık; sağımız solumuz ebeli sobeli de olsa, dalsak da düş ormanlarına bulamayız kendimizi buna inanın. Benim bunları söylemekteki maksadım, arzum; dünyayı hayal havuzundan seyrettirmek değildir sizlere. Benim derdim hepinizin, hepimizin zaman zaman da olsa şu teknolojik makine insanı durumundan kurtulmamız konusunda bir hatırlatmada bulunmaktır.
Olması gereken nedir mi? Her kim olursak olalım; engin bir duyuş derinliğine sahip olabilmemizdir olması gereken diyorum. Bunun yolu da her halükarda şiirden, şiir sevgisinden geçer… İşte o zaman bu çağı sevgi seline verebiliriz. Unutmayalım ki “herkesin bir hikâyesi vardır ama herkesin bir şiiri yoktur bu âlemde…”
Bendeki bu sessizlik, çılgınlığın eseri
Göğsünden şiirimin, hüznü alır boşarım.
Bilsem ki el âlem, dese bana serseri;
Gönlümün sükûnunda, meddücezir yaşarım,
Bendeki bu sessizlik, çılgınlığın eseri.