Yer ve gök, su ve ateş, gündüz ve gece, aydınlık ve karanlık, sıcak ve soğuk, iyilik ve kötülük, kadın ve erkek, teklik ve çokluk, yaşam ve ölüm…
Yani hayat…
Kozmik gerçeklerden belki de en önemlisi olan karşıtlık ilkesi der ki; kainat ve yaşam döngüsü, zıtlıkların birleşimi üzerine kuruludur.
“Yeryüzü” dediğimiz olgunun doğal bir canlısı olan insan doğar ve kendi doğasındaki duygusal kombinasyonların hepsini içinde barındıran üst yaşam sevincine tutunur. Hep yeni bir umuttur yaşamak… Hiç bitmeyen bahar mevsimi gibi; içinde kar da yağar, fırtına da kopar ama çiçekler açmaya hep devam eder.
“Dünya” denen olgunun olmazsa olmazı olan “toplumsal insan”ın toplum içindeki varoluşu; hayatta kalabilmek adına, her türlü üretimi ve düzeni sağlayabilmek adına örgütlenmeyi ve yönetimi içerdiğinden “Tanrısal olan”a yakındır, ve “ölümsüzlük” beklentisine iter insanı… Oysa, yeryüzündeki doğal varoluşuysa; “ölümün kaçınılmazlığı” gerçeğini dayatır insana…
Bu ikilem yüzünden, doğum ve ölümü arasındaki zamanla sınırlanmış bir alanda, her insan kendine özgü formasyonlarıyla hem kendisi, hem de yaşamla mücadele halindedir her daim…
İnsanı yeryüzündeki diğer canlılardan ayıran da işte bu özelliğidir. Dünyevi yaşamın getirdiği dışsal etkileşimlerin altında ruhun bir bedenin içinde olgunlaşmaya çalışması sürecinde; kalp, vicdan, akıl, hafızadan beslenen bilgi, düşünce, öngörü, analiz yeteneği, sezgi, hissiyat, canlılık ve umudun her daim farklı kombinasyonlarla biraraya gelerek yarattığı zıtlıklarla dolu düşünsel ve duygusal kaos…
Ama son hep aynıdır; ruhun teslim alınışı…
Şah ve mat…
İnsanın kendi karmaşık doğası ve yaşamla olan mücadelesinin imitasyonu gibidir, satranç…
https://www.truvaedebiyatdergisi.com/…/vezir-gambiti…
Serhan Poyraz