Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
16°C
İstanbul
16°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Az Bulutlu
18°C
Pazar Çok Bulutlu
18°C
Pazartesi Az Bulutlu
20°C
Salı Az Bulutlu
20°C
 YALNIZLIK

   Yan komşudan gelen hüzünlü müzik sesi duyulmuyordu artık. İnna halsizce, adeta ayaklarını sürüyerek yatak odasından mutfağa geçtiğinde;  evin camlarını titreten, kuzey yönünden esen rüzgar da dinmişti artık. Soğutucuyu açtı, birkaç salam, sosis, Hollanda peyniri ve yarım elmaya uzun süre baktıktan sonra, canının hiç de yemek istemediğini anlamıştı. Aslında ne istediğini ve ne aradığını bilmiyordu. Bir süre mutfaktaki eşyalara ve soluk renkli köhnemiş dolapların içine, duvarda asılı duran suni çiçeklere her ne kadar baktıysa da mutfağa geliş sebebini bir türlü hatırlayamadı. Yatak odasıyla mutfak arasında kaç kere gidip geldiğini bilmiyordu. Dikkatini bir türlü toparlayamıyor, odaklanamıyordu. Tekrar yatak odasına dönüp ışığı kapatmış, zifiri karanlıkta göz gözü görmez olmuştu. Gecenin karanlığında cama vuran yağmur damlacıklarının cılız sesinden ve ara sıra caddeden geçen araç seslerinden  başka bir ses duyulmaz olmuştu. Şehir, pijamalarını giyip yatmaya hazırlanan bir adam gibiydi adeta. İnna gece lambasını yaktı, Nuh tufanından kalmışçasına eski ama oldukça sağlam yatağına oturup tam gözlüğünü komidinin üzerine koyacakken ilacını almayı unuttuğunu ve sırf bu yüzden defalarca mutfağa gidip döndüğünü hatırladı. Ama tekrar unutmamak için hapını avucuna alıp mutfağa yürüdü ve bir bardak suyla hapını yuttu.

   Yatağına uzanıp ışığı söndürdü. Gözlerini kapatıp uyumaya çalışması boşunaydı. Çünkü içindeki huzursuzluk ve kafasındaki sorular uyumasına engel oluyordu. Her çarşamba bir arkataşıyla telefonlaşır birlikte bir kafede buluşup birer fincan kahve, tatlı veya pasta eşliğinde eski güzel günleri yad edip hoş zaman geçirirlerdi. Ama ne yazık  ki arkataşının sağlık problemi baş göstermiş, doktorlar kesinlikle yataktan çıkmaması gerektiğini tavsiye etmişlerdi. İnna onun için çok üzülüyordu. Onu fazla rahatsız etmemek için telefonda birkaç iyi dilekten başka lüzumsuz kelam etmemişti. Bugünkü dalgınlığının ve unutkanlığının sebebi belki de arkatşının bu beklenmedik hastalığıydı.  Sabah ilk işi taksiyle O’nu ziyarete gitmeliydi. Bu yüzden de yeterince uyumalı ve takatsiz bacaklarını güçlendirmeliydi. Gözlerini kapattı…

   Ne hikmetse, son zamanlarda gözlerini uyumak için her kapattığında, yıllarca alshayme hastalığından muzdarip olan ve ömrünün son demlerinde oldukça sıkıntı çeken merhum annesinin hayalini görür olmuştu. Tek kelime konuşmadan; melül-melül kendisine bakan ve o bakışlarda kendisine değil de sanki öte bir aleme bakıyormuş izlenimi veren annesi, kim bilir belki de İnnayı görmüyordu.

   O zamanlar üç vardiya çalıştığı için annesine yeterince vakit ayıramadığından, onu bir huzurevine yerleştirmiş ve ancak hafta sonlarında onunla çok az ilgilenir olmuştu. Huzurevi bahçesinde biraz temiz hava alıp dolaşmak için çıkardığı annesine hatırlayabildiği çocukluk anılarını anlatırdı, ancak annesi bazen manasız bakışlarla onu süzer, bazen de yanaklarında alaycı bir tebessüm belirirdi.

   Bu alaycı tebessüm ve manasız bakışlardan kızgınlık-şaşkınlık arası bir ruh haline bürünen İnna;

  -“Seni gidi koca şeytan! Sen kendi alemindesin ben kendi alemimde. Kime, ne anlatıyorum ki, radio gibi kendi kendime konuşmaktan başka” diye mırıldandı.

   Sadece bir keresinde annesi onun sözünü kesip:

  -“Baban savaştan geri döndü mü?” diye sormuştu.

    İnna babasını hiç görmemişti. Annesi ona hamileyken babası cepheye gönderilmiş ve bir daha kendisinden hiçbir haber alınamamıştı. Ölmüş müydü, sağ mıydı bilmiyorlardı. Bu konuda annesiyle hiç konuşmamışlardı. Kendisini bildi bileli, onun  gibi yaşıtlarının da babasız oldukları ve bu durumu sanki Tanrı yazgısıymış gibi kabullendikleriydi. Annesinin bu beklenmedik sorusu onu; “belki babam hakkında bir şeyler öğrenebilirim!” duygusuyla oldukça heyecanlandırmış ve ardı ardına bir çok soru yönelttiği annesinden alaycı bir tebessümden başka hiç bir cevap alamamıştı.

  Annesini en son ziyaretinde, karşılıklı oturmuş çaylarını yudumlarlarken annesi takatsiz elleriyle aniden onun ellerini tutup gücü yettiğince sıkmaya başlamış ve sanki onun gözlerinde eksik olan bir şeyini, bir yitiğini arar gibi gözlerinin içine uzun uzadıya bakmıştı.

   Acılı ve hüzünlü bir sesle:

  -“Beni eve götür İnna!” dedi annesi.

    İşte uyumak için gözünü her kapattığında, “beni evime götür!” yakarışlarını duyar,  bu hüzünlü yüz ifadesini  görür olmuştu hep.

   Kafası allak bullak olmuş, ne  işleri,  ne randevuları varsa hepsini unutmuş adeta hiç bir şey hatırlamaz olmuştu. Annesini eve götürmeğe bile vakti yoktu.

 -Bu gün olmaz, bir dahaki sefere! diyebilmişti.

  Annesi ısrarla:

 -Beni eve götür İnna! diyerek, titrek elleriyle onun ellerine sıkı sıkıya sarılmış, göz yaşları yılların derin izler bıraktığı yanaklarını ıslatmıştı.

  İnna annesine sarılıp:

 -Sana söz anne! “Bir dahaki sefere seni eve götüreceğim!” demişti. Nereden bilebilirdi ki bu annesini son görüşü olacak.

   Aradan geçen elli bir sene ve özellikle de o son görüşme gününün anısı, sadece telafisi olmayan koca bir pişmanlık bırakmıştı geride. Annesinin o acı dolu hüzünlü yakarışları, aradan geçen bunca zamana rağmen ona vicdan azabı çektiriyordu.

Neden işini gücünü bırakıp onu evine götürmemişti? Neden annesinin bu son arzusunu yerine getirmemişti? Oysa zavallı kadına malum olmuş ve evinde ölmek istemişti. Bunu her hatırladığında boğazı düğümlenir, gözlerine uyku girmez olurdu.

Yine bu yüzden gözüne bir türlü uyku girmiyordu. Başını koyduğu yastık adeta taşa dönüştü. Kafasının ağırlığıyla pestile dönen kulağı alev topu gibi olmuştu. Yataktan doğrulup yastığını elleriyle biraz yumuşatıp ters çevirdi. Tekrar başını koyduğunda yastık biraz daha yumuşak ve daha serinceydi. Şimdi uyumalı sabaha dinç ve zinde bir şekilde uyanmalıydı. Yarın erkenden kalkıp arkataşının sevdiği birkaç yiyecek-içeceği de alarak onun ziyaretine gitmeliydi.

   Ama uyuyamıyordu bir türlü! Yine taşlaşan yastık, yine kafasının ağırlığından pestile dönüp ateş gibi yanan kulak. Ne defalarca yastığını yumuşatıp ters çevirmesi, ne de kendisinin defalarca bir sağa bir sola dönmesi fayda etmişti. Bütün uyuma çabaları sonuçsuz kalmıştı. Tekrar sırtüstü uzandıysa da uykudan eser yoktu. Gözleri karanlık odanın tavanına sabitlenmişti adeta. Tavanda asılı küçük abajur sallanıyordu sanki. Bakışlarını abajura odaklayıp daha dikkatlice baktı. Evet lamba sallanıyordu. Tavan lambayla birlikte aşağıya akıyordu sanki. Oda küçülüyor, duvarlar üstüne üstüne geliyordu. Odanın karanlığı onu vehime sevk etmiş,korkudan nefesi kesilir gibi olmuştu. Yattığı yerden fırlayıp kalktı. Oturduğu yatağın kıyısında korku-heyecan karışımı bir titremeye tutulmuş, soğuk soğuk terlemeye başlamıştı. Yatağın yanındaki lambayı yakıp, komidinin üzerindeki gözlüğünü taktı, odanın tavanını, annesinin resmî asılı olan duvara ve elbise dolabının bulunduğu tarafa, sanki daha önce hiç görmemiş gibi baktı. Odanın duvarları öne doğru eğilmiş, tavan biraz aşağıya inmiş, sanki oda küçülmüş hissi veriyordu ona. Bu his korkusunu tetiklemiş, titremesi daha da artmıştı. Nefes alış-verişi sıklaşmış, yaşlı kalbinin bu yükü taşıyamayacağını anlamıştı. Komidinin üzerinde duran telefonu alıp hemen acil yardım talebiyle ambülans çağırdı. Titreyerek oturduğu yatağında ambulansın gelmesini bekledi. Kapıyı otomatik düğmesine basarak açmıştı. Gelen iki genç sağlık görevlisi;  tansiyonunu, kalp atış sayısını, nefes alış verişini ölçüp, yüksek tansiyon sebebiyle sakinleştirici bir iğne yapmışlardı. Artık her şey yoluna girecekti. Nihayet öyle de olmuş, İnna yapılan iyneyle sakinleşmiş, titremesi azalmıştı. İşleri biten sağlık görevlileri tam gitmek üzere hareketlenmişti ki, İnna:

  – Olmaz sayın doktor! Kendimi çok kötü hissediyorum! değince, sağlıkçılar birbirlerine bakarak gülüşerek;

-Biz doktor değiliz ki dediler.

-Ben nefes alamıyorum! dedi.

-Birazdan geçer!

  İnna ısrarla:

  -Hayır sayın doktor, bu yüksek tansiyonla ilgili değil! Ben nefes alamıyorum! Beni hastahaneye götürmelisiniz! Bu durumda evde yalnız kalamam.

İnna’nın ısrarları üzerine sağlık görevlileri onu detaylı bir muayene için üzerindeki gecelikle hastahaneye götürmeye razı olurlar.

   Hastahanenin acil yardım bölümünde oldukça zayıf, solgun benizli ve yaşlıca bir adam, bir eliyle, göğüsüne bastırdığı ve oldukça acı verdiği izlenimi veren, sıkılı vaziyetteki öbür elini tutuyordu. İnna kayıt-kabulden geçip nöbetçi doktoru beklemek için yaşlı adamın yanına oturdu. Sakinleşmiş titremesi de kesilmişti artık. Ama yine de iyicene bir muayeneden geçmek için doktoru bekliyordu.

  -“Afedersiniz! Doktor gecikir mi acaba?” Diye sordu yanına oturduğu yaşlı adama.

  -“Bilmiyorum!” Dedi yaşlı adam kısaca. Belli ki kolu büyük acı veriyordu ona.

Aldığı cevabı yetersiz bulan İnna:

-“Ne kadar zamandan beridir bekliyorsunuz?” diye tekrar sordu.

Yaşlı adam ona doğru yavaşça dönerek;

 -İki saatten biraz fazla oldu beklemekteyim.

-“Bu isana saygısızlıktır!” diye mırıldandı kendi kendine.

 -Böyle de acil yardım mı olurmuş?

 -Doğru, ama başka da çaremiz var mı ki? Böylesi büyük bir hastahanede sadece bir tane nöbetçi doktor var. Sayısız bunca hastaya baktığı yetmezmiş gibi, acil servise de o nöbetçi doktorun bakıyor olması inanılmaz değil mi? Yani öyle anlaşılıyor ki, yarın sabaha kadar bekleyeceğiz.

   Müayine için bekleme süresinin uzunluğu her ne kadar sinir bozucu olsa da sakinliğini korudu. Kızmanın faydası yoktu. Acelesi de yoktu zaten. Nasılsa uyuyamıyorum diye düşündü.

-“Kolunuza ne oldu?” diye sordu adama.

Adam isteksizce;

-“Merdivenlerden yuvarlandım!” diye cevapladı.

İnna adamın yüzüne önemseme bir tavırla bakıp:

-“Acıyor mu?” diye sordu.

Adamın canının çok yandığı gözerinden ve yüz ifadesinden kolayca anlaşılabiliyordu.

 Adam başını evet anlamında sallayarak:

 -“Hı hı!” dedi. kısaca.

-Ağrılar geçer, sonra sanki hiç olmamış gibi unutulup gider.

  İnna onun merdivenlerden nasıl yuvarlandığını, kolunu nasıl yaraladığını tasavvur etmiş ve  böyle bir düşüşün verebileceği acıyı kendi vücudunda hissederek ürpermişti. İçten içe ve şeytanice; “sarhoşmuş herhalde!”  “İçkinin dozunu kaçırınca düşmüş, canı çok yanınca aklı başına gelmiş!” diye düşündü.

-Umarım kırılmamıştır! Bu yaşlarda kırıklar kolay ve kısa sürede kaynamaz!

Adam onun söylediklerini başıyla onayladı.

-Su içer misiniz? Ağrıya iyi gelir.

 -“Olur!” dedi adam.

 İnna bekleme odasının köşesindeki su otomatından onun için plastik bir bardakta su getirdi.

-İçmenize yardım etmemi ister misiniz?

-“Hayır teşekkür ederim. Kendim içebilirim!’ dedi. Suyunu içip bardağı gazete sehpasının üzerine koydu ve “acil yardım gelene kadar düştüğüm yerelden kalkamadım!” diye anlatmaya başladı.

Onun haline çok üzülmüştü İnna.

-Yalnızlık böyle bir şey işte! En iyisi huzurevinde kalmak.

-Haklısınız, ama insan evinden ayrılamıyor ki. Bağı, bahçeyi bakımsız bırakmak hele ki Strupi’yi katmıyorum bile! Onu nasıl yalnız bırakabilirim ki.

-Strupi de kim, oğlun mu?

-“Hayır!” dedi yaşlı adam diklenerek. İçinden de; “salak kadın, Strupinin bir köpek olduğunu bile bilmiyor.” diye düşündü.

-Küçük köpeğim. Onun yüzünden tatile bile zaman bulamıyorum.

-Sana bakacak kimin kimsen yok mu?

-Bir oğlum var, o da kız arkadaşıyla Londra’da yaşıyor.

Uzunca bir sessizliği ilk olarak yaşlı adam bozdu:

-“Sen huzurevinde misin?” diye sordu.

İnna üzüntüyle iç geçirdi:

-“Nerde bende o şans!” Huzurevinin  fiyatlarını bir bilsen! Benim maaşımla orada ancak bir hafta kalınabilir.

   Yaşlı adam onun fikrini onayladı:

  -Doğru, şimdi her şey pahalı. Zaten sırf bu pahalılık yüzünden bu kadar uzun saatler beklemiyor muyuz? Pahalılık ve parasızlık yüzünden hastahanede yeterince doktor görevlendirilemiyor.

  -Nereden biliyorsun paralarının olmadığını, belki de tasarruf ediyorlardır.

   Farkında olmadan koyu ve samimi bir sohbete dalmışlardı. Adam çocukluğundan başlayıp, tahsil hayatını, gençlik yıllarını, aile hayatını anlatmıştı. Yurtdışında yaşayan oğlundan bir hayli şikayetçiydi. İnna bütün bu anlatılanları can kulağıyla dinlemişti.

  Sabah olmak üzereydi. İkisi de ağrılarını, sızılarını unutmuş, koyu bir sohbete dalmışlardı. Daha ortalarda doktor yoktu. Adam sohbete ara verip soluklandı biraz. Sonra ona dönüp:

  -Ya sana ne oldu? Niye buradasın?

    İnna şaşırmıştı! Sahi,niçin buradaydı? Unutmuştu. Ne baş ağrısı, ne kalp çırpıntısı, ne de başka bir şey.

   -“Bilmiyorum!” dedi.

   Yaşlı adam şaşırarak:

   -Nasıl yani, gecenin bir yarısı hem de ambulansla  acil yardıma getiriliyorsun ama ne için geldiğini bilmiyorsun. Bu nasıl olabilir?

 -“Siz de görüyorsunuz ki olabiliyormuş!”. dedi İnna. Biraz düşündükten sonra sanki büyük bir sırrı çözmüşçesine ona doğru eğilerek; “geceleri, sanki duvarlar üzerime geliyor!” dedi.

  Yaşlı adam irkilerek geri çekildi.

  -“Duvarlar mı? Duvarlar yürüyebiliyor mu ki? diye sordu.

   İnna omuzlarını silkerek:

   -Bilmiyorum, ama geceleri sanki üzerime-üzerime geliyor. Oda küçülüp beni sıkıyor sanki. Sana da böyle şeyler oluyor mu?

   -“Hayır!” dedi kesin bir dille yaşlı adam. Her ne kadar saklamaya çalışsa da İnna’dan biraz çekindiği, endişeli ses tonundan fark edilebiliyordu. “Benim duvarlarımın ayakları yok ki!” diye cevapladı. İçinden de kadının biraz üşütük olabileceğini düşündü.

   İnna hastaneye geldiği gece elbisesiyle de hastaneden çıktı. Gece, kara-kara bulutlarını da alıp gidiyordu.  Gün, yavaş yavaş yalnızlık gibi solğun sabahı aydınlanıyordu. Son nefesini öz kızının yanıda vermek isteyen anasının sözleri kulaklarında çınlıyordu hala.

 “BENİ EVE GÖTÜR!” “BENİ EVE GÖTÜR!”

Firudin Dugi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.