Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

ÜLKESİNE FEDAİ

<strong>ÜLKESİNE FEDAİ</strong>
9 Kasım 2022 22:56
379
A+
A-

Ülkem ve sonrası… Ülkemin öncesini ve sonrasını nasıl anlatayım. Yirmi yedi yaşında yurt dışında okulu bitirip Avrupa’nın belli başlı birkaç kültür şehrinde de bulunduktan sonra ülkeme tekrar dönüş yoluna girmiştim. Döndüğümde sanki başka bir ülke ve başka değerler buluyordum karşımda. Ülkenin değer yargıları ve değer hükümleri gittikçe birbirinden uzaklaştırılmıştı. Kapatılan kapılar ve üzerine çiş edip yıkılan değerler. Değerleri yıkanlar beni terörist ilan ederken, fırtınalar estirip bir izmaritten daha az itibara layık görmüştüler. Aşık olduğum ülkemde inkılap yapılmıştı ve ülkem değişerek yaşatıldığı yerden çok uzaklaştırılmıştı. Zaten kademe, kademe ve kademeli olarak yabancılara mahsus bir ülke haline getirilmişti. Beynimde İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsça ve bavulumda da bu dillere ait kitaplarım vardı. Nezarethaneye konulmadan önce elimdeki yabancı dil kitaplarıyla beraber yazdıklarımı almıştılar. Ben de bu eserlerimi ikram eden bir çocuk saflığıyla onlara hediye eder gibi verdiğimi hatırlıyorum. Meğerse hediye ettiklerim benim affedilmez suçlarımın delili ve unsuruymuş. Ve tutuklanıp, götürüldüğüm kapalı yerin teröristlerin nezarethanesi olduğunu daha sonra öğreniyordum. Nezarethane olarak tıktırıldığım evin sahibi vicdansız ve gaddar gardiyanlar gibiydi… Gündüz gece gardiyanlarla beraberdim. Orada nelerden bahsederlerdi? Özgürlük ve başkalarına özgürlük istemem ne ifade ederdi? Ki hür değildim ve özgürlüğüm elimden alınıp kalmaya mecbur tutulduğum yerde özgürlük hiçbir şey ifade etmiyordu. Arkadaşlar dışarıda ama onlar da fikren özgür değil iken, ben de burada herhangi bir tercihte bulunacak halde değildim. Arkadaşlarımı seviyor muydum? Evet. İnsan olan herkesi seviyordum. Peki, bu hapishane hayatı ve bu kadar işkenceden sonra da sevebilecek miydim? İçinde bulunduğum ortam dolaysıyla bir karar veremiyordum ama herhalde yine seviyor olacaktım. Her ne kadar yaptıkları işkencelerle beni insanlıktan çıkarmak istedilerse de bir türlü bunu başaramıyorlardı. Ve daima bir eşya değil, bir insan olarak kalıyordum. Yalan söylemeye tövbeli idim. Fakat beni değiştirdiklerine inandırıp ve değiştiğime inanlar beni nihayet serbest bıraktılar. Serbest olur olmaz tekrar eski bildiklerimi okuyup yazıya geçirmek gerekiyordu. Bu garip yazı yazma münasebeti gazetenin köşesinde kaç yıl sürecekti bilmiyordum zaten… Durmadan gece gündüz suç sayılacak yazları yazdığımı hatırlıyorum. Yazdıklarımın üzerinde ciddi bir tahlile girişmem gerekiyordu. Belki hayatımı ve arkadaşlarımı yine canlandırmak… Hafıza donsa da donmuşu kalın çizgilerle canlandırmak istiyordum. Adeta barajlarda biriken suyu enerjiye çevirip dökmek istiyordum. Yapabilir miydim? Evet, yapardım. Çünkü özgür günler için caba sarf ederken hala arkadaşlarıma yakınlaşma beklentisi içindeydim. Özgürlüğe susamıştım, başarıya susamıştım ve arkadaşların şefkatine susamıştım. Başka bir şeye de susamıştım. Hayatımın her adımında haklarını savunduklarımdan bir teşekkür bile almazken, yalandan da olsa dostluğa benzer tek kelime dahi işitmemiştim. Ve yine de bu kadar sorumsuz arkadaşlar içinde mağlubiyeti kabul etmeyen bir tek benim herhalde… Daha doğrusu arkadaşlarımın hiçbir benzerini görmeyeceği bir deliydim. Çünkü işkenceyle korkutmalara rağmen yazıyordum. Yakalanma ve tutuklanma korkusuna rağmen yazmaktan vazgeçmiyordum. Ama geçirdiğim badireler sonrası artık korkmuyordum. Korku ve yakalanma fobisini kahkaha atarak karşılıyordum artık… Kahkaha attığım hayatı yaşardım ama hayat özgürce ebedi olmaz ise kahkahanın ne ehemmiyeti kalırdı. Ama inkılapla kahkaha ve korkutan komutlar atarak sanki ebedi olmak isteyenler vardı. Ebedi olmak isteyenlerin hepsi de iyi heykel gibi kafamı süslemezdi. Bazıları kötü hatıralar bırakıyordu. Kötü hatıralar bırakıp heykelini dikmek isteyen Kenan Evren’in yaveri: “Sana bu ülkede yaşam hakkı yok,” diye kulağıma var olan gücüyle bağırmıştı. Diğerleri de vardı. İnkılapçı yöneticiler ne demişti? Onlar da sana bu memlekette iş yok, diye her köşe bucakta bana hatırlatıyorlardı. Kardeşim dediğim arkadaşım bile söylemişti: “Aklın varsa ülkeyi terk et.” Terk etme imkanım da varken, ülkemi terk edemezdim. Çünkü burada kaybolan haklarım vardı ve hakkımla beraber başkalarının da hakkını arıyordum. Ve şimdi insan haklarını savunan bir hürriyet sever idim… Ve hürriyet sevenler ülkesini bu durumda bırakıp gidemezdi. Peki, kim bu teröriste ilgi duyardı, kim bu teröriste yaklaşabilirdi? Zaten herkes bu damgalanan gençten uzaklaşmak ve yabancı kalmak istiyordu. Ülkeme yabancı ve yabancısı olduğum ülkemde faili meçhul cinayetler… Ölüm vardı ama ben hala bir yurtsever ve ölümün ne demek olduğunu düşünecek halde değildim. Daima kurtuluş için açık bir kapı ve kurtarıcı arkadaşlar arıyordum. Adeta kendi kendime bir bela arıyordum. Çünkü bu esir hayatı, bu taksitle verilen yaşamı istemiyordum. Çünkü bizim ordumuz yokken, elimizde hiç vazgeçmediğimiz sadece kalem vardı…

Ibrahim Ayğırcı

ETİKETLER: , , , ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.