Değerli dostlar,
Edebiyat, insana kendi içini gösteren bir aynadır. Şairin mısralarında dile gelen duygu, hikâyecinin nüktelerinde saklı olan hayat, romancının satırlarında can bulan derinlik… Hepsi edebiyatın bize sunduğu zenginliktir. Fakat bu kelimeler bir gün sahneye çıktığında, tiyatro ile buluştuğunda, bambaşka bir hâl alır.
Tiyatro, edebiyatın yaşayan nefesidir. Kitaplarda sessizce duran cümleler, sahnede gözyaşına, kahkahaya, öfkeye, sevdaya dönüşür. Bir karakterin iç dünyası oyuncunun sesinde yankılanır, bir kahramanın sevgisi sahnede kalbimize dokunur. İşte tiyatro, edebiyatı yalnız okunur olmaktan çıkarır; görülür, işitilir, hissedilir hâle getirir.
Ama tiyatro yalnız bireyin değil, toplumun da aynasıdır. Antik Yunan’dan Shakespeare’e, Molière’den Namık Kemal’e kadar nice yazarlar, tiyatroyu milletlerin vicdanı kılmıştır. Aristoteles’in “katharsis” dediği o arınma, aslında tiyatronun en büyük gücüdür: İnsan kendini sahnede bulur, kendi kusurunu başkasının rolünde görür, kendi yarasını başkasının gözyaşında hisseder.
Ve elbette, bizlerin kendi kökleri… Geleneksel Türk tiyatrosu, bu toprakların sesi ve gülüşüdür. Karagöz ile Hacivat’ta halkın zekâsı, meddahların dilinde Anadolu’nun hikâyeleri, orta oyununda halkın eleştirisi vardır. Bunlar yalnızca eğlencelik değil, aynı zamanda birer edebiyat hazinesidir. Atasözleriyle, deyimlerle, manilerle örülmüş diyaloglar; halkın ortak hafızasını sahneye taşır. Böylece tiyatro, hem yazılı hem sözlü edebiyatımızı yaşatır.
Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre”si nasıl bir milletin uyanışını sahneye taşımışsa, Karagöz perdesinde halk da kendi derdini, neşesini ve mizahını görmüştür. İşte tiyatro, bu yönüyle hem evrensel hem de milli bir edebî damar taşır.
Sonuç olarak tiyatro, edebiyatın kalbinde atan bir sestir. Hem Batı’nın sahne ışıklarından hem Anadolu’nun gölge oyunlarından beslenir. Tiyatro, edebiyatın yalnızca kitapta değil, insanın gözünde, dilinde, yüreğinde de var olduğunu bize hatırlatır.
Süleyman GÜZEL