Pripyat…
Bir zamanlar kahkahaların ırmaklar gibi aktığı bu şehir, şimdi solgun bir yaprak gibi dalından kopmuştu. Gökyüzü gri bir tülbent gibi yere sarkıyor, rüzgar, terk edilmiş evlerin arasında eski bir ninni gibi dolanıyordu. Elena, çatlamış pencereden dışarı baktı. Kuşlar artık ötmezdi bu şehirde; ağaçlar, yaprak yerine külden eller uzatıyordu göğe. Her nefeste soluduğu hava, görünmeyen bir yara gibi ciğerlerine işliyordu. Bir zamanlar çiçek açan sokaklar, şimdi beton mezarlara dönmüştü. Elena’nın elinde sararmış bir fotoğraf vardı. Fotoğrafta annesi gülümsüyordu; arka planda Çernobil santralinin beyaz kuleleri yükseliyordu, sanki geleceğe umut saçıyormuş gibi. Oysa şimdi… O kuleler, toprağın damarlarına zehir akıtan kara bir kalp olmuştu. Şehir, zamana meydan okuyan bir hayalet gibi sessizdi. Rüzgar, boş lunaparkın paslı atlıkarıncasını hafifçe döndürüyordu; her dönüşte geçmişin yankısı duyuluyor, her çığlık eski bir hatıraya dokunuyordu. Gözleri doldu Elena’nın, ama ağlamadı. Gözyaşı bile kirlenirdi burada. Adımlarını yere usulca basarak dışarı çıktı. Toprak, çıplak ayaklarının altında bir annenin acılı nefesi gibi sızlıyordu. Elena, göğe baktı; bulutlar, sanki tozdan bir kefen gibi şehrin üstüne seriliyordu. O an, uzaklardan bir ezgi kulağına ilişti rüzgarın taşıdığı ince, kırık bir şarkı: “İşte gidiyorum, bir şey demeden…” Sözler, görünmez bir tel gibi Elena’nın yüreğine dokundu. Şarkı, çok uzaklarda, Karadeniz’in sisli kıyılarında yankılanıyordu; orada da başka hayatlar Çernobil’in sessiz felaketiyle solmuştu. Bir genç vardı o kıyılarda; adı Kazım Koyuncu. O da, bu görünmeyen felaketin izlerini bedeninde taşıyarak yaşadı; deniz gibi özgür ruhunu şarkılara, acısını umutla yoğurduğu melodilere bıraktı. Kazım, gitmişti. Ama sesi, tıpkı Pripyat’ın boş sokaklarında yankılanan o hüzünlü rüzgar gibi, sonsuza dek yaşamaya devam ediyordu. “Affet bizi,” diye fısıldadı Elena. Kime söylediğini bilmiyordu: Toprağa mı, suya mı, yoksa artık sesi şarkılarda yaşayan o genç adama mı? Gökyüzünden birkaç damla yağmur indi. Damlalar, Elena’nın yüzünde görünmeyen yaralar açtı. Bu şehir artık sonsuz bir sessizliğin, unutulmuş duaların ülkesiydi. Ve Elena, son bir kez fotoğrafı kalbine bastırıp, adımlarını kaybolan sokaklara bıraktı. Arkasında yalnızca solgun bir yaprak gibi titreşen hatıralar kaldı…
Umut Meriç BERBEROĞLU