“Sesin Gücü mü, Sessizliğin Derinliği mi?”
İnsanlık tarihine baktığımızda, büyük değişimlerin çoğu bir sesle başlamış gibidir: bir konuşma, bir haykırış, bir şiir… Fakat o sesin arkasında, çoğu zaman uzun bir sessiz bekleyiş vardır. O söz, suskun geçen yılların, içe atılmış düşüncelerin, derin acıların meyvesidir. Yani ses, kökünü sessizlikten alır. Sessizlik, sesin toprağıdır.
Bir filozofun yıllarca sustuktan sonra söylediği bir cümle, belki de dünyayı sarsar. Çünkü o söz, yalnızca ağızdan değil, kalpten, zihinden ve zamandan süzülerek gelmiştir. İçinde taşıdığı sessizliğin ağırlığıyla değer kazanmıştır. Konuşmak kolaydır; zor olan, konuşmadan anlayabilmek tir anlayabilmektir .
Bir tartışmanın ortasında sessiz kalmayı seçen insan, güçsüz değil, bilgedir. Çünkü bilir ki bazı sesler çözüm değil, çatışma getirir. O an susmak, geçici zaferlerden daha büyük bir erdemdir. Sessizlik bazen yalnızca sözsüzlük değildir; aynı zamanda karşıdakine alan tanımaktır, onu gerçekten duymak için kendine sınır koymaktır.
Doğada da bu denge vardır. Fırtınadan sonra gelen sessizlik, yalnızca bir durgunluk değil, yeniden doğuşun habercisidir. Ormanda yankılanan bir kuş sesi, çevresindeki sessizlik sayesinde güzeldir. Eğer her şey konuşsaydı, hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Çünkü anlam, boşlukta yankılanır.
Modern dünyada sessizlik neredeyse bir lüks haline gelmiştir. İnsanlar gürültüyle düşünmeyi unutmuş, sessizlikle yüzleşmekten korkar olmuştur. Oysa sessizlik, insanın kendini duyabildiği nadir anlardan biridir. Gürültü dışa, sessizlik içe çağırır. Ve bazen içimize döndüğümüzde bulduğumuz şey, dış dünyanın bize sunduğundan çok daha gerçektir.
Bir yazar için boş bir sayfa ne kadar korkutucuysa, aynı zamanda o kadar umut vericidir. Çünkü o boşluk, sonsuz ihtimali içinde taşır. Tıpkı insanın içindeki sessizlik gibi… Belki de bu yüzden en güçlü sözler, derin bir sessizlikten doğar. Ve en etkili suskunluklar, en yüksek sesle konuşur.
Sonuçta ses de sessizlik de birer dildir. Biri dışa, diğeri içe konuşur. Asıl mesele, hangisinin daha güçlü olduğu değil; hangisini ne zaman, nasıl kullandığımızdır. Bazı anlarda tek bir kelime dünyayı değiştirebilir. Ama bazı anlar da vardır ki, o anda susmak, insan olmanın en büyük olgunluğudur.
Ama bazen sessizlik yalnızca bir tercih değil, bir zorunluluktur da aynı zamanda . Kimi zaman insanlar susturulur, kimi zaman kendi sesini duyuramayanlar olur. İşte o anlarda sessizlik, bir direniş biçimine dönüşür. Sessiz yürüyüşler, konuşmadan yapılan protestolar, susarak anlatılan binlerce şey… Belki de insanlığın en çarpıcı çığlıkları, sessizce atılmış olanlardır.
Sessizlik, sadece bireysel değil, toplumsal bir anlatı da taşır. Tarih, görmezden gelinenlerin sessizliğini de kaydeder. Sessiz çoğunluklar, tarih kitaplarına geçmeyen hayatlar… Onların sessizliği, bazen konuşanlardan daha fazlasını söyler. Çünkü her suskunluk, bir hikâyeyi içinde saklar. Anlatılmayı bekleyen, ama çoğu zaman anlatılmasına izin verilmeyen bir hikâye…
Ve içimizdeki o sessizlik… Kimsenin duyamadığı, ama hep var olan… Bazen geceleri uykudan önce kendini gösteren, bazen bir kalabalığın ortasında bile içimizi saran sessizlik. O sessizlik, belki de kendimizle en dürüst karşılaşmamızdır. Çünkü sesle maskeler takabiliriz; ama sessizlikte saklanamayız. Kendimizle baş başa kalırız. Ve bu, bazen en korkutucu, bazen en arındırıcı deneyimdir.
Bugünün dünyasında, belki de en devrimci eylem biraz susmaktır. Ekranlardan, tartışmalardan, hızdan bir adım geri çekilip sadece durmak… Dinlemek… Beklemek… Çünkü bazen hayatta ilerlemek için bir adım atmak gerekmez; bazen durmak, en büyük ilerlemedir.
Hale Aşkın