Öykü yazmak, koca bir dünyayı küçük bir pencereye sığdırma işidir. Roman sayfalarca dolaşırken, öykü tek nefeste söyler derdini. Bu yüzden öykü, edebiyatın en yoğun, en kıymetli damarlarından biridir. Yazmaya niyet edenin ilk öğrenmesi gereken şey şudur: öykü laf kalabalığını sevmez, dolguya tahammülü yoktur. Kelime seçkin olacak, cümle sıkı olacak, anlatım damıtılmış bir su gibi berrak kalacak.
Karakter dediğin, uzun uzun çözümlemelerle değil, bir bakışla, bir hareketle, bir sessizlikle ete kemiğe bürünür. Öykü, kısacık sürede okurun zihnine kazınacak tipler yaratmayı ister. Bir çocuğun elinde sımsıkı tuttuğu bir oyuncak, yaşlı bir adamın eğri bastonu yahut bir kadının dalgın bakışı, koca bir karakterin özeti olabilir. Olay da böyledir: büyük laflara gerek yok, küçücük bir anın derinliği yeter.
Atmosfer ise öykünün görünmez kahramanıdır. Yağmurun cama vuruşu, sokağın ucundaki tek ışık, eski bir saate düşen gölge… Bütün bunlar, kısa metnin içinde koskoca bir dünyanın kapısını aralayabilir. Ayrıntı, öykünün ruhunu taşır ama asla süs olsun diye değil; tam kalbinden vurmak için vardır.
Dil meselesine gelince… Öykü yapaylığa kapalıdır. Çok süslü olduğunda da, sıradan kaldığında da okurun elinden kayıp gider. Öykü, en çok yazarın kendi sesini bulduğunda nefes alır. Bu yüzden öykü yazmak, aslında biraz da kendini bulmaktır.
Ve final… Öykünün büyüsü çoğu zaman son cümlede saklıdır. Okur, biten bir metnin içinde başlayan bir hisle kalmalı: bir şaşkınlık, bir hüzün, bir sevinç, belki de sessiz bir sarsıntı. İyi bir öykü, bittiği yerde başlamalıdır.
Benim için öykü, insan ruhunun küçük bir penceresidir. Bazen bir çocuğun gözlerindeki ışıltı, bazen yaşlı bir adamın suskunluğu, bazen de unutulmuş bir sokak köşesi bana öykünün kapısını aralar. Yazarken hep şunu düşünürüm: “Okurun kalbinde hangi sahne kalacak?” Çünkü öykü dediğimiz şey, aslında unutulmaz bir anı ölümsüzleştirmekten ibarettir.
Süleyman GÜZEL
slymngzl9@gmail.com