
Nurcan Balıbey
Geçmişe dair bir şey hatırlamayı beklemiyordum. Farkında olmadan başladı. Peynir- ekmekten aldığım tat çağrışımlarla anıları geri getirdi. Gençliğimden eser kalmamış. Yüzüm solmuş bedenimi saran deri sarkmış, gözlerimin altındaki torbalar gözlük camına değiyor. Kısık bakışlarımdan anılar fışkırıyor.
Gözlerim, eskiden parlayan yıldızlar gibi değil artık. Torbalar, uykusuz gecelerin ve yaşanmış hayatın ağırlığını taşıyor. Derim, zamanın acımasız dokunuşlarıyla sarkmış, sanki içimdeki genç adamın heybetini çalmış. Oysa o genç adam, hayatın önünde duran bir savaşçıydı. Şimdi ise sadece bir anı, bir gölgeyim.
Bir zamanlar sokaklarda koşardım, rüzgârın saçlarımda dans ettiği günleri hatırlarım. O zamanlar dünya, sonsuz bir macera gibiydi. Sevdiklerimle güler, hayaller kurar, umutla yarına bakardım. Şimdi ise yorgun adımlarla ilerlerim, geçmişin izlerini taşıyan bedenimle.
Anılarım fışkırıyor, sanki bir eski fotoğraf albümünün sayfaları arasında kayboluyorum. İlk aşkın kokusu hala burnumda, o heyecanlı bakışlar, kalbimin hızla çarpışı… Oysa şimdi, heyecanı sadece anılarımın sayfalarında yaşarım.
Belki de en çok eski dostlarımı özlerim. Onlarla geçirdiğimiz geceler, kahkahalar, içten sohbetler… Şimdi telefon ekranında küçük bir emojiyle iletişim kurarız. Teknoloji, bizi birbirimize yaklaştırdı ama aynı zamanda uzaklaştırdı da.
–Yahu niye şimdi sıkıyorsun insanları, dediğinde, karıma dönüyorum;
-İnsanlar dediğin biri kardeşim diğeri kocası, aileden yani, bakıyorum yüzlerine tepkilerini ölçüyorum.
-Yok be yenge, bırak anlatsın, diyor damat, yüz buluyorum.
-Yeni gelmişim köyden, yerleşmişim İstanbul’a deli gibi çalışıyorum. E çalışmayıp ne yapacağım, evde karım, çocuklarım var. İşimde gelişiyorum, düzgün çalışıyorum yıllardır, e seviliyorum da az çok… Çalıştığım yerde büyük bir fabrika için, kaynak yaptığım sırada. Yazıhanesine geçerken mühendis beni görüyor. Durup yanımda izliyor. İşime devam ediyorum. Allah Allah, ne güzel kaynak yapıyorsun böyle! diyor, şaşkınlıkla. Nerelisin sen? Diye soruyor. Söylüyorum… Kendi muhacirmiş ama Yugoslav muhaciri, ben Bulgar muhaciriyim. Yıllardır yapıyorum bu işi, ondandır, diyorum. Geliyor iyice yanaşıyor, kimse duymasın gibilerinden. Seni aldırayım mı bizim fabrikaya?
Valla yapabilirsen iyi olur, diyorum. Büyük fabrika adını bilmeyen yok. Tamam, deyip yazıhaneye geçiyor. Bir hafta sonra, bizdeki işi bitiriyor, makinayı yükleyip montaja gidiyoruz hep birlikte.
Anlatmaya devam ediyorum,” Kaynakladım, maynakladım falan” dediğimde, hep birlikte gülüyoruz.
Kardeşim gözümün içine bakıyor, acılarımı, dünyamı anlamak için özel bir gayreti var benim için üzülüyor… Damat kadeh kaldırıyor, karım denize bakıyor, bahçedeki sardunyalar rüzgârın üfürmesiyle koku saçıyor. Anlatmaya devam ediyorum:
-Bir hafta sürdü montaj işi. Son gün mühendis yine yanıma geldi. Senin işin tamam. Pazartesi gel, dedi. Durur muyum! Pat gittim yerleştim. Beş yıl çalıştım orada, emekliliğim geldi ayrıldım. Mühendis hiç bırakmadı beni, nerede bir iş çıksa, gönderdi. Harçlığım çıkıyordu yani.
Öyle böyle değil emekli maaşıyla İstanbul’da yaşamak, imkânsızdı. Emekli olduğum fabrikada kaynak işleri çıktıkça da arıyordu hemen mühendis. Aramayıp ne yapacak, benim gibi kaynakçı bulamazdı ki.
Bakıyorum, kardeşim can kulağıyla… Karım da damatta da eğlenerek dinliyor. Daha çok mimiklerimin onları eğlendirdiğini görüyorum, anlatmaya devam ediyorum.
-Şimdi köyde saçtan güme tabanı yapıyorum, elektronu tutturuyorum yamuk gidiyor hep. dediğimde, atölyenin tozlu havasını ve kaynak makinesinin sesini duyar gibiyim. Belki de bazen yeteneklerimiz sınırlıdır, ama en azından denemek istedim.
Anlatırken kendi halime gülüyorum. Bizim damat hepten kendinden geçiyor, ayaklarını yere vura vura gülüyor. Ben devam ediyorum.
-Gidiyor demem hani, çiziyi tutturamıyorum. Ek yerini bulduramıyorum kayıyor. Kelimeler de dilimde dolanmaya başlıyor. Sallanıyorum… “Valla yapamıyorum benden geçmiş artık damat”, diyorum. İşte onun için bu içkiyi az içeceksin, diyor. Anlamazlıktan geliyorum…
-Motor da arıza yaptı şu benim teknenin motoru, ulan her yıl baştan yapıyorum onu. Tamir, tamir, tamir… Yine bozuldu. O sırada karım yine lafa giriyor. Bu var ya bu! İçmeyince elleri böyle titriyor. Diyor üşenmeden kalkıp gösteriyor. Ben devam ediyorum anlatmaya.
-Gümeye, saçtan ek yaptım ya, bir türlü çiziyi tutturamıyorum, kaynatamıyorum anasını satayım sacı. Damat;
– Ama niye ? İstesen yaparsın.
-Yahu yapamıyorum işte! Kardeşime diyorum ki, Ben bunu beceremeyeceğim galiba. O sırada, damat, başıyla işaret ediyor; Yengeye bak, gözünden yaş geldi gülmekten. Diyerek komikliğimi gözüme vuruyor.
-Bu böyle olmayacak diyerek, köydeki erkek kardeşimden bir kaynakçı bulmasını istedim. Parasını da kendim ödeyeceğim diye de söyledim. Karım hala gülüyor.
–Kaynakçı adam, kaynak yapamıyor, haaa ha!
Damat;
-Abi sen yaparsın, at bir duble bak. Diyerek kahkaha patlatıyor.
-Haklısın kardeşim, bir duble atsam ellerimin titremesi geçer, işi düzeltirim. Deneyeceğim bakalım. Şimdilik monteledim, punto punto. Kadehimi tazelerken, buz istiyorum. Karım kalkıyor, ıslak gözlerini yaşmağıyla siliyor. Sahilde insanlar köpeklerini gezdiriyor. Kardeşim çayını içiyor. Arada denize dönüp iyot kokusunu içine çekiyor.
-Şu arızalı motoru tamir edince; köye gideceğim, atacağım bir duble elime bakacağım. Daha önce denedim elime ağırlık aldım. Baktım titremiyor. Diye anlatıyorum, bir taraftan dilimin dolandığını anlıyorum. Damat şaşırıyor, inanmamış gibi soruyor;
–A a nasıl Yani?
– Valla öyle işte. O an ben bu işi becereceğim, dedim. Üçümüz birden gülüyoruz.
Gerçekten komik… Aile içindeki bu espri ve samimiyet, hikayemi daha da renklendiriyor. Bu testi, evde de yaptığımı söylüyorum. Elimdeki rakı dolu bardağı masaya bırakıp kalkıyorum. Ellerimi uzatıp,
-Bakın titremiyor. Diyorum. Yaparım yani o kaynağı. Hiç biri ikna olmuyor tekrar tekrar beni teste tabi tutuyor. Damat;
-Ellerini uzat diyor. Parmaklarımın üzerine kalem koyuyor. Titremediğini görünce şaşırıyor.
-Yok yok, öyle değil bir de böyle dur bakalım. Tekrar yapmamı istiyor. Karım göbeğini hoplata hoplata gülüyor.
–İçmemiş olsa var ya, elleri böyle böyle gidiyor. Diyerek beni taklit ediyor. O sırada deniz de köpürmüş, dalga geçiyor.
-Ya damat, gittim ya Bakırköy’e alkol tedavisine. Doktorun karşısında ellerim sağa sola sallanıyor. Doktor soruyor; Ne içiyorsun? Diye. “Kaçak içiyorum” diyorum anlamıyor. Kaçak içki, diyorum. Ya, alkol kullanıyorum desene. Dedikten sonra reçete yazıyor.
Bizimkilerin gülüşleri dalga sesine karışıyor. Karım, komşuları kastediyor,
-Bak herkes seni dinliyor. Yeter, sus artık, diye söyleniyor.
Damat;
–Sonra ne dedi doktor? diye soruyor.
-Ne diyecek; Vah! Vah! Yatırayım seni, diyor ben kabul etmiyorum. Neden? Abi yatsaydın işte iyi gelirdi.
-Yok oğlum benim canım sıkılır. İlaçlar yatıştırıyor yatıştırmasına da akşam olunca başlıyor bir kaşıntı… Haaa haa, kaşıntı mı? Damat yine gülüyor…
Damadın kahkahası ve karımın gözündeki yaşları, bu anı unutulmaz kılıyor. Sahildeki insanlar ve köpekler de bu güzel anıya tanıklık ediyor.
– He, diyorum dubleyi deviriyor, kendime gülüyorum…
Gençliğimden eser kalmamış, ama içimde hala o genç adamın umudu var. Belki de yaşanmış her anı, bu solgun bedende bir çiçek gibi açar. Gözlerim kısık, ama içimdeki ışık hala yanıyor. Anılarımı taşıyorum, onlar beni ayakta tutuyor.Ve belki de bu anıları paylaşmak, bir başkasının yüreğine dokunacak, yeni bir öyküye ilham olacak…
Tekirdağ /10.11.2021