‘‘Resimlerin dili olsa da konuşsa’’ zamanı eskilerde kaldı sanırım. Bir tablo içine sıkıştırılmış bir roman dolusu düşünceyi nerde bulacağız artık.
Elizabeth Siddal’ın kızıl tonlu buhar saçlarının üzüntüsünü, Van Gogh’un ölümü resmeden mavi ışıklı gelgitlerini şimdiki zamanda neden göremiyoruz? Sanat ve edebiyatın duygusu, eskisi kadar neden canlı değil? Yoğunluklarımızın yansıması neden hep geçmişle ilişkili? Yeniçağın binlerce romanı arasında neden hep arkamıza dönüğüz…
Dante’nin Beatrice’in ölümlü ruhunu cennete kendisiyle beraber götürüp en güzel tahta oturtması gibi bir aşk yaşanmadı mı şimdiye kadar? 800 yıl öncesine bizi götüren nedir?
Edebiyat sofralarına birlikte oturan yazarlar bir bir kalkıyor. Buğday tanelerini çizen ressamların renkleri birbirine karışmıyor. Mektupların mürekkeple yazıldığı, zarfların sadece sahibine açıldığı zamanlar çoktan geçti. Eserlerini emekleyerek yazanların ulaştığı sihirli kelimeleri bir araya getirip edebi bir kıyafet giydirmek biraz zor görünüyor bu zamanda.
İçimize işleye işleye dokunan eserler aklımıza tutunmaya devam edecek galiba. Ta ki resimleri, görsel bir manzaradan öteye taşıyabilene dek. Ta ki Goethe’nin sarı pantolonunu sokaklarda giyene dek…
Salt bir konu bağlamında basmakalıp düşünce ve yazı biçimleriyle yazın dünyasında yer edinmek imkânsız. Sarı lambalar altında yazmaktan yoksun kalemlerimiz mi heyecansız? Boğulmamak için derinlere inmekten mi korkuyoruz?
Vakitsiz kullanılan kelimelerimiz korkunç boşluklar yaratır. Sıkışık göğüs kafeslerimiz nefesi geri almakta zorlanır. Kuvvetle sarılmak can telaşımızı bir nebze uyuşturur. Evvela yürümek lazım… Uzun uzun yürümek… Şehri karış karış gezmek… Sabahın mavi ışıklarına erişene kadar gecelemek… Emily Bronte ve Charlotte Bronte kardeşlerin soluduğu havanın karıştığı kitap aralarında yaşamak gerek. Uyku sersemi de olsa rüyaları kaçırmamak gerek. Düşünce kalem, göz kâğıt, işlemek gerek.
Duyguyla bütünleşik bir ruhla teslim olmayan bir sanatçının eli daima soğuk olur. Ayağı yere basmayan cümleler kurmak, askıda duran elbiseler kadar tozludur. Penceremizin önündeki karları hemen temizlersek bütün beyazlar tonsuzdur. Sabahattin Ali’nin yağmur damlaları gibi su yüzeyinde dikenler oluşturamıyorsa betimlemelerimiz, soluk kalır cümlelerimiz… Avuç içi sıcaklığımız parmak uçlarına yansırsa işte o zaman tertemiz beyaz sayfalar kalemlerimize yer verir.
Kapılarımız açık, dışavurumlarımız tesirli olmalı. Ancak kelimelerle resim çizen adamlar yazar olmalı…
Şehmus Yardımcı