Her şehrin bir yüzü vardır. Ama o yüz, sabahın pembe sessizliğiyle akşamın yorgun ışıkları arasında binlerce kez değişir. İnsan gibi… şehir de bazen kendi izini kaybeder. Adını tabelalarda okursun, ama ruhu sokak aralarında dağılmıştır. O an şehir bir aynaya dönüşür — bizim içimizdeki boşluğu gösteren bir aynaya.
Belki de biz, bir şehrin içinde değil; o şehrin kalbinin tam ortasında yürürüz. Hem yoluzdur hem de yolcu. Çünkü şehir, taş duvarlardan ya da kalabalık caddelerden ibaret değildir; bir insanın iç dünyasının koca bir yansımasıdır. Her pencerede bir sessizlik, her köşede yarım kalmış bir cümle vardır. Bir yerde biri bekler, başka bir yerde biri vazgeçer, bir başkası susar.
Kendini arayan şehir, aslında bizi arar. Çünkü şehir, yaşayanların kalp atışlarından yapılmıştır. Bir bankın kenarında unutulmuş kahkahalar, bir duvarın gölgesinde saklı kalan vedalar… Yağmurun toprağa karışan kokusu bile, bir zamanlar ağlamış birinin sessiz hikâyesini taşır.
Zaman geçtikçe şehir büyür, ama insan küçülür. Beton yükselir, gökyüzü uzaklaşır, ama içimizdeki anlam yavaş yavaş silinir. Rüzgârın bile soluklanamadığı sokaklarda yürürken, kendimize ait bir nefes ararız. Oysa şehir, bizi unutmamıştır: bir çocuğun elinden kayan balonu, bir pencereden süzülen bakışı, aynı yoldan her sabah geçen yaşlı bir adamın adımlarını hatırlar. Ve işte bütün bunlar, şehrin ruhunu oluşturur.
Ama şehir de yorulur. Göz kamaştıran ışıkların altında gizlenen bir yorgunluk vardır. Gece çökünce, titrek sokak lambalarının altında şehir iç çeker. Duvarlara yaslanır, susar, ağlar — bizden gizli. Çünkü şehir, insan gibi hisseder: Birini kaybettiğinde sessizleşir, yeniden umutlandığında gökyüzüne daha mavi bir sabah çizer.
Kendini arayan şehir, bir hatıranın peşindedir. Bir zamanlar sokaklarında yankılanan saf bir kahkahanın, bir dost sesinin, bir çocuk neşesinin… Ama şimdi her şey aceleci, her şey biraz daha uzak. Kaldırımlar bile yüzünü tanımaz olmuş. İnsanlar birbirine değil; ekranlara, vitrinlere, tabelalara bakıyor. Oysa şehir, göz göze gelmek isterdi bizimle. Bir tebessüm, bir selam, bir nefeslik duruş… Ama kimse durmuyor.
Belki de şehir, bizim duramadığımız anların toplamıdır. Belki de o, kendini değil, bizi bulmaya çalışıyordur. Bir duvarın çatlağında, eski bir kitap kokusunda, ya da rüzgârın çevirdiği bir yaprakta fısıldar: “Buradayım, ama sen neredesin?”
Bir gün, herkes yaşadığı şehirle barışmayı öğrenir. Çünkü her şehir, içimizde kurduğumuz görünmez bir evin yankısıdır. Kimimiz bu evi camdan yapar, kimimiz taştan; ama esas olan o evin içinde duyulan sestir — belki bir çocukluk şarkısı, belki bir dua, belki de sadece derin bir sessizlik.
Ve o zaman anlarsın: Şehir dışarıda değil, senin içindedir. Attığın her adımda, şehir biraz daha sen olur. Kendini arayan şehir, aslında sensin — kaybolduğun değil, kendine döndüğün yer.
Büşra Eraltuğ