Gözlerin kalabalık bir şehirdi senin. Bense, aramadığında terk edilmiş kentler gibi oluyordum. Yokluğun büyüdükçe, gecenin karanlığı da koyulaşıyordu. Bütün yollarım çıkmaz sokaklara çıkıyor, kimsesiz sokaklarda öksüzlüğüm büyüyor, yetim kalıyordum. Yolumu soracak, nerede olduğumu öğrenecek birilerini arıyor ama bulamıyordum. Şehrin bütün ışıkları sönüktü. Kapı zilleri ötmüyordu. Kimse duymuyordu çığlıklarımı.
Bu şehrin bütün sokakları boştu yokluğunda. Islak parke taşlarının üstünde, ayaklarımı sürüklercesine yürürdüm. Kimi geceler geç saatlere kadar eve gitmez, parkın kırık tahtasında oturur, masa üstlerine kazılmış yazıları okurdum. Üşürdüm kimi zamanlar. Bazen de, yağmur yağardı. Islanırken ellerim anılarım tazelenir, acılarım büyürdü.
Hatırlıyor musun? Sırılsıklam ıslanırdık yağmurun altında el ele yürürken. Usulca öpünce ıslak dudaklarından, yağmur diner, gözlerine bahar gelirdi. Her damla sen olurdun o yağmurlarda. Sanki gökyüzünden yağmur değil, sen yağardın. Kimsesiz yollar insan seline dönerdi. Sanki bütün şehir, ıslanmak için sokaklara koşardı. Kimileri hızlı hızlı koşar, kimileri el ele koşardı. İnsanların mutlu olduklarını gözlerinden anlardım. En çok kendimi mutlu sanırdım sen yanımda olunca. Bütün şehri göz bebeklerinde görürdüm. Gözlerin kalabalık bir şehirdi senin. Bense yalnızlığımda terk edilmiş kentler gibi oluyordum.
Her yağmurda mutlaka buluşur, kendimizi sokaklara vururduk. Hiç acelemiz olmaz, ağır ağır yürürdük. Yetişmek zorunda olduğumuz bir yer yoktu. Baban uzaklarda çalışır, annen ise benimle olduğunu bilirdi. Yağmur taneleri, buğday gibi sıralanırdı alnında. Avuçlarımla yüzünü siler, parmaklarımla saçlarını tarardım. Köşe dönemeçlerinde sımsıkı kucaklaşırdık. Mis gibi yağmur kokardı saçların. Islak ıslak yürürdük yan yana. Yolun sonu tek gözlü evime çıkardı. Sen ıslak giysilerini çıkarırken, ben, pencereyi açardım yağmur kokusu dolsun diye odamıza. Önce ipek gömleğini çıkarırdın. Ardından bluzunu, çoraplarını… Mini eteğinin fermuarını indirirken aşağıya, “Arkanı dön, tanıyorum, bakma” derdin. Arkamı dönmez, ellerimle yüzümü kapatır, gözlerimi yumardım. “Gördüm, boşuna endişe etme, parmaklarım aralıktı” derdim. Gülümserdin. Yalan söylerdim. Yalan söylediğimi bilirdin. Güvenirdin bana. Parmaklarımda aralık olmaz, sımsıkı kapatırdım gözlerimi. Hiçbir zaman yalan söylemezdim.
Gözlerimi açtığımda yatağın altına sakladığın dantelli sutyeninin askılarını görürdüm. Benim pijamalarımı giyerdin ıslak giysilerin kuruyana kadar. Aceleyle çay demlerdim sana. Yanıma sokulur, göğsüme yaslanırdın çayını yudumlarken. Göz kapakların düşerken kendiliğinden, “dudaklarım, ellerim, bedenim senin olsun” derdin. Aşkı sorgulayan gözlerin mutluluğum olurdu. Şehir birden bire çoğalırdı. Yağmur hızlanırdı. Kalabalık bir şehir olurdun gözlerinle. Doyumsuzluğun büyürdü yanımda olsan da. Aşkın adı bu kadar yakınlıktı zaten sevgili. Aşk, yanımda olmandı. Aşkın adı, bedenini bedenime yaslayıp çay içmemizdi.
Bir zaman sonra yağmurları sevmez oldun sen. Bahanelerin çoğaldı. Gelsen de kimi yağmurlarda eski neşen olmuyordu.
Ne zaman buluşsak, rüzgâr bir yandan saçlarını dağıtıyor, bir yandan kuru yaprakları durmadan savurup, ayaklarımızın altına topluyordu. Bedenin yanımda, gözlerin uzaklarda, iki hayalet gibiydik parkın kırık tahtasında. Göçmen kuşlara özenmiş gibiydi ayrılık. Uzaklara kanat çırpıyordu.
Sen gittiğinde buza keserdi ellerim.
Yağmur dinerdi.
Kokunla birlikte giderdin sen de.
Işıklar kör kandillere döner, her yan karanlık olurdu.
Şimdi her yağmurda seni anımsıyorum. Yağmurlar hep sokaklara çekiyor beni hala. Uçurtmaları seviyorum bulutlara yakın diye. Sahile iniyor, martıları seyrediyorum. Biliyor musun, sen deniz olsaydın, ben, sahillerde çakıl taşı olmak isterdim. Bana her çarptığında biraz daha ufalanır, bir gün de düşerdim koynuna. Hep senin olurdum. Hep seninle.
Gözlerin ebemkuşaklarına benzerdi her yağmur sonunda.
Gökyüzünü değil, gözlerini görürdüm.
Gözlerin kalabalık bir şehirdi senin.
Sen büyük kentler gibiydin.
Bense, terk edilmiş kentler gibi…
AŞK YAZARI MUSTAFA ÇİFCİ