Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
31°C
İstanbul
31°C
Açık
Salı Parçalı Bulutlu
30°C
Çarşamba Parçalı Bulutlu
29°C
Perşembe Açık
29°C
Cuma Açık
30°C

Gözlerimdeki Yabancı Kız

Gözlerimdeki Yabancı Kız
11 Ağustos 2025 11:15
25
A+
A-

Lisenin ilk yılıydı. Kanın deli gibi kaynadığı, damarlarda bir türkünün coşkuyla aktığı, insanın kendisine “delikanlı” dendiğini ilk kez ciddiye aldığı o günler… Bulunduğu kasabadan, tanıdık sokaklardan, güvenli evinden uzakta, büyük şehrin kalabalığına atılmıştı. Yatılı okul, yeni bir hayatın başlangıcıydı. Ancak bu yeni hayat, içine bir yabancılık, bir sıkılganlık tohumu ekmişti.

Sınıftaki diğer öğrenciler, ondan farklı bir dünyanın çocuklarıydı sanki. Kıyafetleri daha özenli, markalı; konuşmaları daha rahat, şehirli bir özgüvenle süslüydü. Kızlarla kurdukları diyaloglar ise onun için tam bir muammaydı. Samimi, şakacı, korkusuz… Oysa o, yetiştiği o muhafazakâr kasaba ortamında, kız ve erkek çocuklarının arasına görünmez ama kalın duvarlar örülmüştü. İlkokul ve ortaokulda, aynı sıraya oturmak bir yana, neredeyse ayrı dershanelere konulacak kadar katı bir ayrılık vardı. Bir erkeğin bir kızla doğal bir şekilde konuşması, o kasabada “tapu” senedi kadar kutsal ve ulaşılmaz bir şeydi, neredeyse “haram” sayılacak kadar yasak bir meyve…

Bu yüzden, kalabalık sınıfta, pencereden sızan sonbahar güneşinin aydınlattığı sıralardan birinde oturan *o* kızı fark ettiğinde, içinde bir deprem oldu. Bakmamaya çalıştı. Gözlerini kitaba, tahtaya, boş defter sayfalarına dikti. Ama irade, gözlerinin önünde eriyen bir kardan adam gibiydi. Gözleri, isyan eden iki asi asker gibi, tekrar tekrar o tarafa kayıyordu. Hayatında bu kadar güzel bir yüz görmüş müydü? Hafif dalgalı, omuzlarına dökülen kestane saçları… Burnunun düzgün, küçücük hatları… Özellikle de o gözler… Koyu, derin, bir çift kestane… İçinde kaybolmak istediği bir göl misali. Yoklamada, adının Zeynep Soltani olduğunu öğrenmişti. Soyadı ilgisini çekmişti; yabancı, belki İran kökenli bir aileye mensup olduğunu düşündürmüştü. Ama aklı hep Zeynep’teydi. Dudaklarının kıvrımı, konuşurken hafifçe yükselen, müzik gibi akan o tatlı şivesi… Ona bakmak, gizli bir hazineye şahit olmak gibiydi. Fakat cesaret edip de bir kelime etmek? İmkânsız. Bu, içindeki o katı duvarları yıkmak demekti. Sadece bakmak bile suçluluk duygusuyla karışık bir heyecan yaratıyordu.

Derken, bir öğle yemeği vakti… Kalabalık ve gürültülü yemekhanede, tabağındakilere odaklanmaya çalışırken, bir gölge düştü üzerine. Başını kaldırdı. Karşısında Zeynep duruyordu. Yüzünde alışılmadık bir ciddiyet, bakışları keskindi. Çevredekilerin meraklı bakışları arasında, hiç vakit kaybetmeden, doğrudan konuya girdi:

“Sana bir şey soracağım.”

Sesi, gürültüye rağmen net ve kararlıydı. Kalbi, göğsünün kafesini parçalayacak gibi çarpıyordu. Kan, kulaklarında uğulduyordu.

“Neden bakıyorsun bana? Sürekli… Her derste?”

Dili damağına yapışmıştı. Boğazı düğümlendi. Gözleri, Zeynep’in o kestane gözlerine kilitlenmiş ne kaçabiliyor ne de cevap verebiliyordu. Yüzü, bir anda kızıl bir meşale gibi yandı. Utancın sıcak dalgaları boynuna, ensesine yayılıyordu. Yemekhanenin gürültüsü, kulaklarında anlamsız bir uğultuya dönüşmüştü.

Zeynep, beklediği cevabı alamayınca, belki de onun bu çaresiz halini görünce, bir adım daha yaklaştı. Sesi biraz daha alçalmış, ama ciddiyetini koruyordu. Yanaklarında hafif bir pembelik belirdiğini fark etti:

“Benden hoşlanıyor musun?”

Soru, havada çınladı. Tüm cesaretini toplayıp, başını zorlukla, neredeyse görünmez bir hareketle aşağı yukarı salladı. Dudaklarından, rüzgârda titreyen bir yaprak gibi, ancak duyulabilen bir ses çıktı:

“E… Evet.”

Bir an için zaman durdu. Zeynep’in yüz ifadesi değişti mi, değişmedi mi? Kızgın mıydı, şaşırmış mıydı, yoksa…? Anlamak mümkün değildi. Sonra, net bir ifadeyle, sözlerini noktaladı:

“Tamam. Okul çıkışında beni bul. Bahçede, çınar ağacının altında.”

Cümlesini bitirir bitirmez, arkasını döndü ve kalabalığın içinde kayboldu. O ise olduğu yerde çakılıp kaldı. Elindeki kaşık, farkında olmadan tabağa düşmüştü. Yemekhanenin gürültüsü yeniden kulaklarına doldu, ama bu sefer daha yüksek, daha anlamsızdı. Zeynep’in söyledikleri, beyninde yankılanıyordu: “Beni bul…” Bu iki kelime, korku ve tarifsiz bir umudun iç içe geçtiği bir fırtınaydı şimdi içinde. O çınar ağacının altına gidecek miydi? Giderse ne olurdu? Ve o güne kadar sadece uzaktan baktığı, düşlerini süsleyen o yabancı kız, şimdi ne diyecekti ona? Geri kalan dersler, bir sis perdesinin ardından geçti. Tahtadaki yazılar bulanık, öğretmenin sesi uzaktan geliyordu. Tek gerçek, günün son zilinin çalmasını bekleyen, çınar ağacının gölgesinde saklanmış bir randevuydu. Ve kalbi, o gölgeye doğru hem çekiliyor hem de oradan kaçmak istiyordu.

Dersler, zamana ihanet eden ağır çekim bir film gibi sürünüyordu. Tahtadaki formüller, öğretmenin sesi, her şey bulanık ve anlamsızdı. Gözleri, pencereden süzülen ışıkla aydınlanan Zeynep’in siluetine mıhlanmıştı sanki. Defterinin boş sayfaları, ona bakarken içinde kabaran tarifsiz duyguların döküldüğü mısralarla doluydu; kırık dökük, heyecandan titreyen el yazısıyla yazılmış acemice şiirler… Her saniye bir asır gibiydi. Akşamın alacakaranlığı, bahçedeki çınarın devasa gölgesini uzatmak için can atıyor, o ise zamanın bu işkencesinden kurtulmayı dört gözle bekliyordu.

Son zil çaldığında, kalabalığın arasından bir ok gibi fırladı. Kitap defter toplamaya takati yoktu. Yüreği, göğsünde korkunç bir tokmak gibi vuruyordu. Ayakları, asfalt yolda koşar adımlarla ilerlerken, nefesi kesik kesikti. Çınar ağacının heybetli gövdesi ve yere serdiği geniş, serin gölgesi göründüğünde, bir an durup derin bir nefes aldı. Ter damlaları şakağından süzülüyordu. Sonra, uzakta beliren bir figür… Zeynep.

O yürüyüş…
Aman Allah’ım! İçinden geçirdiği bu söz, hayranlığın sessiz çığlığıydı. Her adımı, bir zarafet dersiydi. Hafifçe salınan etek, ince belini vurguluyor; rüzgâr, omuzlarındaki kestane dalgaları okşuyordu. Sanki yürümüyor, zemini süzülerek kat ediyordu. Güzelliğin somutlaşmış hali, ona doğru yaklaşıyordu. Kalbi, bu manzara karşısında duracak gibi değildi.

Zeynep, çınarın gölgesine ulaştı. Hafifçe nefes nefeseydi. Gözleri, yine o derin kestaneydi, ama şimdi daha yumuşak, belki biraz gergin bir ifade vardı yüzünde.
“Selam,” dedi, sesinde hafif bir titreme.
“Selam,” diye karşılık verdi o. Boğazı düğümlenmişti. Ağzı kupkuruydu. Aralarına, içinde binlerce sözcüğün boğulduğu ağır bir sessizlik çöktü. Yaprakların hışırtısı, uzaktaki öğrenci sesleri, bu sessizliğin içinde yankılanıyordu. Gözlerini yere dikmiş, ayak uçlarına bakıyordu. Cesareti, Zeynep’in yanında eriyip gidiyordu.

Sonunda Zeynep, sessizliği cesurca kırdı. Sesi netti, ama altında bir dalgalanma seziliyordu:
“Eğer… eğer benden gerçekten hoşlanıyorsan,” dedi, kelimeleri özenle seçiyor gibiydi, “Ailemle tanışman gerek.” Durakladı, derin bir nefes aldı. “Ben… ben babamdan hiçbir şeyi saklayamam. Senden… bahsettim ona.”
Bir an, gözlerini doğrudan onunkilere dikti. “Getir tanışalım, dedi.”

Getir tanışalım.
Bu basit cümle, genç delikanlının kafasında bir şimşek çakmasına neden oldu. İçi aniden buz kesti. Gözünün önüne, kasabadaki katı yüzünü, sert bakışlarını bildiği babası geldi. Oğlun, daha ilk haftada bir kızın ailesiyle tanışmaya gidiyor! Bu düşünce bile, sırtında bir ürperti gezdiriyordu. Dayak? Evet, bu ihtimal karanlık bir bulut gibi zihnini kapladı. Belki sadece dayak değil, okuldan bile alınması… Peki ya Zeynep’in ailesi? Onlar nasıl insanlardı? Yabancı bir soyadı… Soltani… Farklı kuralları, beklentileri olabilir miydi? İlk tanışma, daha ilk günde aile boyutuna taşınmak… Bu ne büyük bir adımdı! Bu, kasabadan getirdiği o görünmez duvarları, bir anda dev bir kapıya dönüştürüyordu.

Ama sonra, içinde bir başka ses yükseldi. Zeynep’in orada duruşuna, ona bakışına baktı. Aşk. Bu kelime, içini ılık bir dalga gibi kapladı. Belirsizlik ve korku, bu duygunun yanında sönük kalıyordu. Aşk uğruna, o karanlık ihtimaller bahasına da olsa, her şey göze alınabilirdi. Olsun be, diye geçirdi içinden, aşk uğruna dayak yemek de varsa, yeriz! Bu içsel çatışmadan, kararlı bir ifadeyle çıktı. Başını kaldırdı, Zeynep’in gözlerine baktı:
“Tamam,” dedi, sesi şaşırtıcı derecede sakin çıkmıştı. “Gidelim.”

Ve o an oldu. Zeynep’in o kestane gözleri, birden parladı. İçten gelen, saf bir sevinçle doldu. Dudaklarının kenarlarında, minik bir gülümseme belirdi; önce tedirgin, sonra giderek güvenle açan bir çiçek gibi. Bu bakış, bu minik gülümseme, genç delikanlının içindeki bütün korku bulutlarını bir anda dağıttı. Sanki güneş, en koyu gölgelerin üzerine doğmuştu. Zeynep ona güveniyordu. Bu güven, ona da cesaret aşılıyordu. Çınar ağacının gölgesinde, bilinmeyene doğru atılacak bu adım, şimdi korkudan çok, heyecan verici bir maceraya dönüşmüştü. Yol, önlerinde uzanıyordu. Nereye çıkacağını bilmiyordu, ama yanında Zeynep vardı ve bu, o an için her şey demekti.

Cadde Bostan… İstanbul’un soluk kesen manzaralı tepelerinden birinde, servilerin gümüşi hışırtılarına karışan lüks otomobil seslerinin yankılandığı, adını her duyanın hürmetle sustuğu bir semt. Zeynep’in evi, işte bu meşhur caddedeki üç katlı müstakil bir konaktı. Mermer basamaklar, özenle budanmış defne ağaçları, pirinç parmaklıklı balkonlarıyla vakur bir güzellikle duruyordu. Genç delikanlının içini hafif bir şaşkınlık kapladı: Hali vakti yerinde böyle bir aile, kızını neden devlet okuluna gönderirdi? Zihninde bir an beliren bu soru, kapı açılır açılmaz buharlaşıp gitti. “Boş ver,” diye geçirdi içinden, ayak seslerini hızlandırarak.

İçeri adım atar atmaz, sıcak ve mis kokulu bir huzur havası sarıp sarmaladı onu. Sedef kakmalı konsollar, duvarları süsleyen hat levhalar, raflarda dizili Farsça ve Türkçe eserler… Her detay, köklü bir kültürün sessiz tanıklarıydı. Salona geçtiler. Babası, koyu gri bir yün kazağın altından zarif bir gömlek yakasının çıktığı, bakımlı sakallı, kırklı yaşlarında bir adamdı. Oturuşundaki diklikle otoriteyi, gözlerindeki sıcak pırıltıyla “babacan” lığı aynı anda yansıtıyordu. Tahmin ettiği gibi İranlıydı. Peşinden gelen annesi ise Türk’tü; belki otuz beş, otuz yedi yaşlarında, zarifliği yaşının önüne geçmiş, narin bir güzellik. Zeynep’in o büyüleyici çehresi, işte bu kadının yumuşak hatlarından miras almıştı sanki. Güzellik, bu evde genetik bir armağandı.

“Otur evladım,” dedi baba, sesi derin ve kararlı, ama içinde bir incelik saklıydı. Koltuğa iliştiğinde, dantelli keten örtülerin serin dokusu tenine değdi. Önce havadan sudan konuştular: Okul, şehrin kalabalığı, memleket hasreti… Adamın soruları kültürlü bir insanın merakıyla dolu, cevapları ise ölçülü ve anlayışlıydı. Derken baba, zarif bir el hareketiyle eşine döndü:
“Kızım, bize birer kahve yapıver içelim. Bu sohbetin tadı başka olsun.”

Anne kalkarken, göz ucuyla kocasına baktı. Dudağının kenarında anlık bir titreme, bakışlarında derin bir uyarı: “Sakın…” der gibiydi. Baba başını hafifçe salladı; o koca gövdede zarif bir onay hareketi: “Tamam, merak etme.” Sonra Zeynep’e döndü:
“Sen de yardım et annene, kuzum.”

Kapı arkalarından kapanır kapanmaz, salondaki hava değişti. Baba, koltuğunda hafifçe öne eğildi. Bakışları, genç delikanlının yüzüne mıhlanmıştı. Derin, koyu gözlerinde ciddiyetle ılıklık garip bir uyum içindeydi.
“Seni sevdim,” diye başladı, sözleri yalın ama ağırlıklı. “Samimi bakışlı, terbiyeli bir delikanlıya benziyorsun. Ben onay veriyorum. Zeynep’le arkadaş olabilirsiniz.”

Bir an durdu. Nefes alışı bile otorite yüklüydü. Sonra sesi, bir çelik şeridin gerilimiyle alçaldı:
“Ama…”
O “ama”, salonda bir yıldırım gibi çaktı.
“…Onu üzersen, karışmam.”

Cümle tehdit içeriyordu, ama tonu asla kırıcı değildi. Eski bir bürokratın kıvrak zekâsı ve diplomatik nezaketiyle sarıp sarmalanmış bir uyarıydı bu. İnsanı incitmeden, sınırı çizen bir üslup. Genç delikanlının içi coşkuyla doldu. Gözlerini babanın gözlerinden ayırmadan, tüm samimiyetiyle cevap verdi:
“Kesinlikle üzmem, efendim. Söz veriyorum.”

İçinden geçenleri ise kelimelere dökemezdi: Nasıl üzersin ki o adamın kızını? diyordu zihni hayranlıkla. Böyle bir babanın gölgesinde yetişmiş, incelikle yoğrulmuş bir kızı… Ona bakmak bile bir lütuftu zaten. Baba, genç adamın yüzündeki içtenliği okumuş olacak ki, hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme, buzdağının eriyen kenarı gibiydi; soğuk otoritenin altındaki sıcak insanı gösteriyordu.

Tam o sırada kapı açıldı. Anne ile Zeynep, gümüş bir tepside tüten fincanlarla içeri girdiler. Zeynep’in gözleri, sevgilisinin yüzünde aradığı izi bulunca rahatlamıştı. Kahvelerin misk gibi kokusu, salonun ağır havasını yumuşattı. Genç delikanlı, ince belli fincanı eline alırken, avuçlarının terini hissetti. Ama bu ter artık korkudan değil, muazzam bir yükün heyecanındandı: Soltanilerin kabul gördüğü bu mermer salon, aynı zamanda bir sözün Kâbe’siydi. Ve o, beklenmedik bir lütufla, bu kutsal alanda ant içmişti: Bir çınarın gölgesinde başlayan aşkı, bu evin gölgesinde koruyacaktı.

Tam iki yıl… İki mevsim dönümü, iki bahar, iki kış. Birlikte geçen günler, sinema salonlarının loş ışıklarında birbirine karışan nefesleri, aynı tabaktan paylaşılan lezzetler, ayrı gitmeyen kahkahaların izdüşümleriydi. Genç adam, Zeynep için yazdığı şiirlerle iki defteri doldurmuştu; her kelime, her mısra, ona duyduğu tarifsiz sevginin sessiz tanıklarıydı. Ama bir kez olsun okuyamamıştı onlara. Belki utangaçlığından, belki de duyguların büyüklüğünü kelimelere dökmekteki kifayetsizlikten.

Bir akşam, Zeynep’i evine bırakırken, ay ışığının gümüşlediği sokakta durakladı. Gözlerini onun o derin, kestane gözlerine dikti. Sesinde, alışılmadık bir ciddiyet vardı:
“Yarın pazar… Seninle çok önemli bir şey konuşmak istiyorum.”
Bir arkadaşının işlettiği, şehrin sakin bir köşesindeki kafenin adını verdi. Zeynep’in yüzünde bir merak, sonra tatlı bir tebessüm belirdi. Gözleri parladı.
“Tamam,” dedi, sesi bir rüzgâr fısıltısı kadar hafif. “Orada olacağım.”

O gece, taksiye binen Zeynep’in arkasından bakakaldı. Kendisi, cebindeki mütevazı bütçeyle dolmuşa bindi. Camdan süzülen sokak ışıkları, yüzünde dans ederken, içi evlilik teklifinin heyecanıyla çalkalanıyordu. Artık zamanı gelmişti. Yüreği, gelecek günün hayaliyle kanat çırpıyordu.

Ertesi gün, kafeye erkenden vardı. Arkadaşı, her şeyi hazırlamıştı: En kuytu masada tek bir kırmızı gül, en güzel manzaralı pencere, en özel kahveler… Saatler, genç adamın giderek gerilen sinirleri üzerinde ağır ağır ilerledi. Gölge uzadıkça, içini kemiren bir endişe büyüdü. Akşamın mor tonları vitrinlere vurduğunda, masanın karşısı hâlâ bomboştu. Bekledi… Bekledi… Ta ki sokak lambaları yanıp, kafe kapanma saatini geçene dek. Üzüntü, keskin bir bıçak gibi saplandı içine. Belli ki önemli bir işi çıktı, diye avuttu kendini, o zamanların sessiz dünyasında, cep telefonunun olmayışının çaresizliğiyle. Ona ulaşmanın hiçbir yolu yoktu.

Ertesi sabah, ilk iş, bir telefon kulübesinin soğuk cam kabinine daldı. Parmakları titreyerek, Zeynep’in evinin numarasını çevirdi. Çın sesleri kalbini döverken, ahizeyi kaldıran babanın sesiyle irkildi. Sesinde tanıdık otorite yoktu; kırık, yorgun bir tını vardı.
“Zeynep’le görüşebilir miyim?” diye fısıldadı.
Sessizlik oldu. Arkadan, annesinin boğuk, hıçkırıklara karışan ağlama sesi duyuldu. Telefon ahizesi, genç adamın elinde buz kesmişti. İçine aniden, kara bir bulut gibi çöken bir sıkıntı düştü.
“Gel,” dedi baba, sesi çatallanarak. “Bekliyoruz seni. Şimdi.”

Cebindeki son kâğıt paraları, taksiciye savurdu. Parasının bittiği yerde, aracın kapısını fırlattığı gibi koşmaya başladı. Soluğu, göğsünde sıkışmış, ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Zeynep’in evinin mermer basamaklarına vardığında, gömleği ter içinde yapışmıştı bedenine. Kapıyı açan baba, yüzü bir gecede kırışmış, gözleri çukurlaşmıştı. “İçeri gir,” dedi, sadece. Annesi, onu görür görmez fırladı. Genç adamın boynuna sarıldı, gözyaşları onun terli gömleğine karıştı.
“Zeynep…” diye inledi, kelime boğazında düğümlenmişti. “Dün akşam… Aniden fenalaştı. Ambulans yetişemedi… Maalesef… Ah, kızım…”

Sözler, havada keskin bir kılıç gibi indi. Genç adamın dizlerinin bağı çözüldü. Dünyası, bir anda ekseninden çıkmış gibi sallandı. Yere çökmemek için, tüm gücüyle direndi. Gözleri kararıyor, nefesi tıkanıyordu. Zeynep’in babası, onun koluna girdi, çökmesini engelledi. Titrek adımlarla koltuğa yönlendirdi. Genç adam, kendini o dantelli örtülü koltuğa bıraktığında, bedeni bir kukla gibi hareketsizdi.

Baba, karşısına oturdu. Ellerini sımsıkı kenetlemişti. Gözlerinde, kırılan bir hayatın enkazı vardı.
“Bekliyorduk seni, oğlum,” diye başladı, sesi kumlu ve kırık. “Senle tanıştığında… Doktorlar, en fazla altı ayı olduğunu söylemişlerdi kızımıza. İleri seviye… Amansız bir hastalıktı.” Bir an duraksadı, yutkundu. “Ama sen… Senin o saf sevgin, ona yaşama tutunma gücü verdi. Senin sayende, iki yıl daha… İki koca yıl daha kızımızı bizimle tuttu. Sana minnettarız. Canı gönülden teşekkür ederiz.”

Genç adamın boğazında, yanık bir yumru yükseldi. Gözlerinden sızan yaşlar, yanaklarında ıslak çizgiler bıraktı. İçinde bir şeyler paramparça oluyordu.
“Ama ben…” diye zorlukla mırıldandı, sesi kırık dökük. “Bugün… Evlenme teklif edecektim. Yüzüğü bile…”
Baba, acı dolu bir tebessümle başını salladı, gözleri de ıslaktı.
“Biliyorum, evladım. Zeynep… Anlamıştı. Son günlerinde, içi içine sığmıyordu. ‘Ona söylemedik,’ dediğim hastalık buydu işte. Onu bu yükten korumak istedik. Yarın… Karacaahmet’te son yolculuğuna uğurluyoruz. Katılmak istersen…”

Genç adam, koltuktan doğruldu. Bacakları hâlâ pamuk gibiydi, ama ayakta duruyordu. Bir söz, bir selam bile edemeden, kapıya doğru ilerledi. Evin o vakur kapısından çıkarken, arkasında kalan, sevginin ve kaybın ağır sessizliğiydi.

Eve kadar yürüdü. Sokaklar, tanıdık manzaralar, hepsi bir sis perdesinin ardındaydı. Gözlerinden süzülen yaşlar, rüzgârda soğuyan çizgiler halinde yüzünü yalıyordu. İki yıllık şiirlerle dolu defterler, şimdi okunmamış mısraların sessiz mezar taşları gibi duruyordu masada. Ve o kırmızı gül, kafenin kuytu masasında, bir teklifin asla söylenemeyen sözlerini beklerken solup gidecekti.

Karacaahmet, o sabah, gökyüzünün kurşuni ağırlığı altında eziliyordu. Serviler, sessiz matem bekçileri gibi sıralanmıştı. Hatırı sayılır bir kalabalık – siyahlara bürünmüş, gözleri kızarmış, hüzünle eğilmiş başlar – toplanmıştı taze kazılmış mezarın başında. Genç adam, uzakta, bir mezar taşının gölgesine sığınmış, sessizce izliyordu. Bir perdenin arkasındaydı sanki; bu acıya dokunamıyor, bu vedaya katılamıyordu.

O narin vücut, bembeyaz kefene sarılıp, nazikçe, toprağın soğuk kucağına indirilirken, içi parçalandı. Oysa bir kez daha dokunmaya, o sıcaklığı son defa hissetmeye kıyamamıştı. Dualar, rüzgârda savrulan yapraklar gibi yükseldi; Arapça ilahiler, acının ağırlığına karışıp dağıldı. Kalabalık, son selamlarını verip yavaş yavaş çekildiğinde, mezarlık derin bir sessizliğe gömüldü. Yalnızdı.

Adımları, ıslak toprağın üzerinde ağır ağır ilerledi. Zeynep’in yeni yatağının başına vardı. Dizlerinin üstüne çöktü. Gözlerinden sızan yaşlar, kefenin üzerindeki toprak zereleriyle buluştu. Ağlıyordu, ama sesi boğazında düğümlenmişti; dudaklarından, sadece rüzgârın alıp götürdüğü sessiz bir inilti çıktı. Eğildi, titrek elleriyle soğuk topraktan bir avuç aldı. Kum taneleri parmaklarının arasından süzülürken, bunu bir torbaya koydu. Ölünce, bu toprağı ilk üzerine atacaklardı. Vasiyeti bu olacaktı; iki sevgiliyi, aynı toprağın özlemiyle birleştiren son bağ.

Tam o sırada, omzuna hafif bir dokunuş geldi. Arkasında, gözleri şiş, yüzü solgun, Zeynep’in annesi duruyordu. Sesi, kırık bir daldan koparılmış gibiydi:
“Gelmedin sandım…”
Cevap veremedi. Kelimeler, boğazında taş kesmişti. Cebinden, yıpranmış deri ciltli defterini çıkardı. Sayfaları, yazılmamış aşkların, okunmamış şiirlerin ağırlığıyla doluydu. Sessizce annesine uzattı. Sonra, cebindeki basit tükenmez kalemi çıkarıp, tüm gücüyle ikiye kırdı. Minik plastik parçaları ve mürekkep lekesi, Zeynep’in mezarının üzerine düştü.
“Artık,” diye fısıldadı, sesi toprağa karışan bir çiğ damlası kadar cılız, “yazamam.”

Anne, kırık kalemi görünce gözleri bir an parladı. Defteri genç adamın ellerine geri itti. Dokunuşu, beklenmedik bir güçle doluydu:
“Kalemi olmayan yazar, ruhu olmayan beden gibidir. Olamaz.” Gözlerini, kızının uyuduğu toprağa dikti. “Yaz. Onun için. Onun adına. Bu,” diye eliyle kırık kalemi işaret etti, “vazgeçiş değil, sözün bittiği yerdir sadece. Yeni kalemler bulursun. Yaz.

Genç adam, defteri geri aldı. Ceketinin iç cebine, kalbinin tam üstüne yerleştirdi. Annesi, çantasından zarif bir eşarp çıkarıp mezardaki kırık kalem parçalarını topladı. Sonra, dönüp ona baktı, gözlerinde sonsuz bir yorgunluk:
“Biz… Avrupa’ya taşınıyoruz. Bu şehir, her köşesi onu hatırlatıyor artık.” Bir an durdu, soluğu kesilir gibi oldu. “Kızımı… Sakın unutma. Ziyaret et onu. Senin varlığın, bu toprağı ona sıcak tutar.”

Genç adam, başını öne eğerek onayladı. Bir söz vermiş gibiydi. Sessizce.

Ve öyle de oldu.

O günden sonra, her ölüm yıl dönümünde, ilk aşkı Zeynep’in mezarı başında bulunurdu genç adam – artık gençliğini yitirmiş, saçlarına kır düşmüş bir adam. Elinde her seferinde yeni bir kalem. Bir dua, bir sessizlik, bir anı… Sonra, o kalemi, tüm gücüyle kırıp, sevgilisinin uyuduğu toprağın üzerine bırakırdı. Kırık plastik ve mürekkep, zamanla toprağa karışırdı. Yeni kelimelerin, yeni şiirlerin mümkün olduğunu bile bile… Çünkü bu kırış, bir vazgeçiş değil, vefanın sessiz dilidir. Kalemi olmayan yazar, aşkını kaybetmiş olsa da onurla taşıdığı bir yükü vardır artık: Bitmeyen bir matemde, kırılan her kalem, söylenemeyen binlerce sözün, hissedilen sonsuz vefanın toprağa düşen nişanesidir. Ve her kırılış, bir sonraki ziyarete kadar, “Hâlâ buradayım,” diyen bir söz vermedir sessizliğe.

Oğuzhan ÖCAL

 

ETİKETLER: , , , ,
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.