“Tamam, bu doğrudur” deyip hayatına aldığın insanlar sürekli ”yanlış” çıkıyor ve sen de ”Neden bunlar hep beni buluyorlar?” diye hayıflanıyorsun değil mi?
Bence sen bunu bir kez daha düşün. Onlar mı gelip seni buluyor yoksa sen mi onları çağırıyorsun?!
Belki de, yalnız kalmaktan korktuğun için olur olmaz insanları hayatına alıyorsun ve çocukluğunda sevgi görmediğin için, şimdi çok sevilmek istiyorsundur. İlle de etrafında birileri olsun, yanında dursunlar, sana kalabalık etsinler istiyorsundur. İçieride bir yerlere kök salmış ve adı konmamış kaygıların vardır belki de, olamaz mı?
Sakın sen sırf bu yüzden, tanıştığın ama tanımadığın o insanları oldukları gibi değil de, görmek istediğin gibi algılıyor olmayasın?!
Aslında onlar ta başından beri doğru değillerdi, sadece sen onları doğru görmek istedin. Çünkü senin buna ihtiyacın var.
Kendini kandırmaktan vazgeç. Üzgünüm ama söylediğin gibi, hep seni bulan kötüler ve yanlışlar yok. Aksine, yalnızlık korkusunun körüklediği bir telaşın ve bu telaş yüzünden çağırdıkların ve sarıldıkların var. Tam da bozuk saatlerin doğru zamanı gösterdikleri anda, ”İşte, bakın bu doğruyu gösteriyor.” diyerek kendine yalanlar söyleyen sensin ama onlar “bozuk saat” ve sen “saat tamircisi” değilsin!
Gör.
Bakmak yetmez, gör.
***
Ormanın derinliklerinde, karanlık bir mağarada yaşayan, suratsız, sıfatsız, haset bir sırtlan varmış.
Sırtlan bir sabah dışarıdan gelen bir sesle uyanmış ve sinirle dışarı çıkmış.
Rengarenk bir kuş mağaranın önündeki ağacın üstünde neşeli şarkılar söyleyip dans ediyormuş.
Sırtlan sinsice ağacın altına gitmiş ve bir atlayışta kuşu ağızlayıp yemiş.
Olayı hayretler içinde izleyen çakal “Heyyy! Zavallı kuş sana bir şey yapmadı ki, neden onu yedin?” diye sormuş.
Sırtlan ağzındaki kanı silmiş ve “Daha ne yapacaktı” demiş “bana sevgisizliğimi ve mutsuzluğumu hatırtlattı.”
Sevincimiz ve sevgimiz birilerine batıyor olabilir. Öyleyse, işimizi yarım bırakmayalım ve köküne kadar sokalım.
***
Bir profesörün, hakimin, mimar ya da holding sahibinin önünde ceketlerini ilikleyenler, aynı saygıyı, o insanların yaşadıkları evlerin inşaatında çalışan ameleye, gelip geçtikleri sokakları temizleyen belediye işçisine ve arabasını tamir eden ustaya da duymak zorundadır çünkü tuvaletimiz tıkandığınde her tesisatçı, aç kaldığımızda her fırıncı, kaloriferimiz bozulduğunda da her usta bizim için bir”marka”dır!
Görsellikle birlikte isimlerin pazarlandığı bir piyasada, tezgaha konulan malın da, iletişime geçilen insanın da içine ve özüne bakılmıyor.
Parlak ve rangarenk ambalaj kağıtlarına sarılıp raflara konulmuş ürün ile abartılarak ve özel kılınarak, sıfatlarıyla beraber toplumun gözüne sokulan insanlar ve onların karşısında diz çökenler arasında hiçbir fark yoktur.
Saygı duyulan ve değer verilen şey, etiket değil, insanın özü olmalı ve özü bilmek için de o parlak ve rengarenk ambalajları ve sıfatları açıp/kaldırıp içine göz atmalı.
Geçtğimiz yıllarda bununla ilgili çok çarpıcı sonuçlar veren bir deney yapıldı.
Bu deneye göre, sıradan, hiçbir markası olmayan eşortman ve spor ayakkabılar bir alışveriş merkezinde satışa sunuldu. Ayrıca bu kıyafetlerin yanına, aynı kalitede ürünler ama tanınmış bir markanın logosu da eklenerek konuldu.
Mağazaya girenlerin hemen hemen hepsi, aslında kalite anlamında birebir aynı olan kıyafetlerden sadece üstünde logo bulunanları aldı ve yapılan deney bize, orada satılan şeyin, üründen çok marka olduğunu gösterdi.
İnsan ilişkileri de buna yakın ürkütücü bir tablo ve tabloyu en iyi özetleyen anlatım, Almanya’da çok sık kullanılan ama dünyanın her yerinde de geçerli olan “Hast du was, bist du was” yani “Bir şeyin varsa, bir şeysindir.” sözüdür.
Bir toplumda, insan, mal varlığı, parası pulu, cüzdanı, sıfatı, etiketi, soyadı, kariyeri, cemaati ve kabilesi kadar değer görüyorsa, o toplumun yanılgısı çok olur.
Yılllar yıllar evvel “Altın olsam, değerimi herkes bilir. Ben basit bir demir olayım, değerimi sadece anlayan bilsin.” diyen Şems-i Tebrizi şimdi bizim düştüğümüz durumu ifade etmiş.
Demirken itibar gören, altından değerlidir ve altınken değerini taşıyamayanı hiçbir sarraf eline almaz.
***
“Tanrım, neden ben?” diye sordu adam.
Tanrı cevap verdi.
“Neden sen olmayasın?”
***
Yaşadığımız olumsuzlukların sadece bize özel olduğu düşüncesine saplandığımızda, artık geri dönüşü zor bir labirente de girmiş oluyoruz. Bununla birlikte, içimizde, sanki biz lanetlemişiz de, hayat, doğa, tanrı ya da dünya bize kızgın ve bizden öç alıyor düşüncesi kök vermeye başlıyor. Sanki tek kaybeden biziz. Tek ihanete uğrayan, yenilen, yanlış anlaşılan, hasta olan, aldatılan, terk edilen, çıkmaza giren sadece biz.
Çevremde, böylesi zor durumlarda kalan insanlardan sıkça duyduğum ilk soru “Ben kime ne kötülük ettim de, başıma bu geldi?” oluyor. Belki de başına gelen şey birine yaptığın iyiliğin karşılığıdır!
Diyelim ki,
girdiğin ilişkinin ikinci ayında ihanete uğradın ve aşık olduğunu düşündüğün insan çekip gitti. Bunu daha önceden yaptığın bir kötülüğün faturası olarak görmek yerine, sebep olduğun bir güzelliğin getirisi olarak da yorumlayabilirsin. Ya bu seni iki ay içinde hayal kırıklığını uğratan kişiye yıllarını verseydin, onca emek harcasaydın, daha bir derinden bağlansaydın da, ondan sonra bu aldatılmayı yaşasaydın?
Şimdi lütfen bir daha düşün.
Daha yolun başında karşıdaki insanın gerçek yüzünü görmen, gerçekten bir lanet ya da bir kötülük eyleminin faturası mı?
Borçlandıysan, hastalandıysan ve zorda kaldıysan, belki de hayat sana değişip dönüşebilmen için bir uyarı da bulunuyor.
Paranı kullanmayı öğren.
Sağlığına dikkat et.
Acılarını bir kambur gibi taşımaktan ve gittiğin yerlere taşımaktan vazgeçmelisin. Acılar, sıkıntılar, olumsuzluklar bizim öğretmenlerimizdir ve bizler en iyi dersi onlardan öğreniriz.
Bıçak kullanırken parmağını kesen kadın, ondan sonra değişecek ve aynı şeyi yaşamamak için kendine yeni ve daha güvenli bir yöntem bulacaktır. Ayağı taşa takılan çocuk, yolda daha dikkatli olacaktır.
“Acıların Çocuğu” olmak ve dünün keşke’si ve yarının acaba’sı arasında kalıp anı yaşayamamak bir insanın kendisine yaptığı en büyük fenalıktır.
Hani “kime ne kötülük ettim de bu benim başıma geldi?” diye soruyoruz ya, sakın o kötülük yaptığımız kişi kendimiz olmayalım?!
Eğer bulutlara bakmayalı ve güneşi görmeyeli uzun zaman olduysa, sebep kendinize kambur ettiğiniz olumsuzluklardır.
Atın, kurtulun.
Tanrım, neden ben?” diye sordu adam.
“Tanrı cevap verdi.
“Neden sen olmayasın?”
***
Rüzgâr birgün öyle bir öfkeyle esmiş ki, önünde dans eden bütün kelebekleri başka bir yere savurmuş ama içlerinden sadece bir tanesinin bir kanadı kırılmış.
Diğer kelebekler heme merakla kanadının tekini kaybeden kelebeğin yanına gelmiş.
Yaralı kelebek ne kızgın, ne de küskünmüş, aksine tek kanadıyla dansına devam ediyormuş.
Diğer kelebekler bu işe çok şaşırmış.
İçlerinden biri “Kötü niyetli rüzgâr kanadını kırdı ama sen ona bunun hesabını soracağına, halen dans ediyorsun. Dönüp iki kelime etmeyecek misin, öcünü almayacak mısın?” diye sormuş.
Kelebek hiç aldırış etmeden cevap vermiş.
“Şu üç günlük ömrümü dans etmeyip de kötülere ayırırsam, hem bana, hem sevdiklerime, hem de dansa ayıp olur.”
Tek kanadınız kalsa da, kötülere değil, özümüze odaklanalım.
***
Zamanın birinde bir derviş, yıllarca kendisi hakkında dedikodu yapan, olmadık iftiralar atan ve binbir kötülük eden adamla köy pazarında karşılaşmış.
Adam çok perişan bir halde, bulduğu bir gölgeye sığınmış, gelenden gidenden yiyecek dileniyormuş.
Derviş ile adam arasındaki sıkıntıyı bilen halk durmuş ve olacaklara beklemeye başlamış.
İçlerinden biri “Bu hiç iyi olmadı. Şimdi derviş bunu bir temiz döver.” demiş.
Yanındaki kadın itiraz etmiş. “Yok yok, bence derviş onu dövmeyecek ama ona öyle laf edecek ki, herif utancından yerin dibine girecek.”
Herkes böyle birbiriyle fısıldaşırken, derviş ağır adımlarla adamın yanına gitmiş.
Adam başını kaldırıp da dervişin gözlerine bakamamış.
Derken, derviş heybesinden çıkardığı ekmeğin yarısını koparıp adama uzatmış.
Adam şaşkınlıkla ekmeği alırken, dervişle göz göze gelmişler.
Derviş bir şey demeden yoluna devam etmiş.
Bu sırada arkasından koşan bir genç dervişin önünü kesmiş. Arkasından ahali de merakla dervişi etrafını sarmış.
Genç dervişe, “Derviş baba” demiş “Bu herif sana ne fenalıklar etti, hakkında etmedik laf, söylemedik iftira, küfür, hakaret bırakmadı. Ama sen tuttun, sanki hiç bunlar olmamış gibi bu sefile ekmeğini verdin.”
Derviş bu sözlerin arkasından gelen sözleri anlamış.
Elini kalbinin üstüne koymuş.
“İmanım” demiş “Kalp dediğimiz insanın duygu tarlasıdır. Zamanında bu tarlaya ne ekersen, vakti geldiğinde de onu biçersin. Sonra biçtiğini alır evindeki kilerde saklarsın ve kapını çalan konu komşuya, kilerinde ne varsa, onu sunarsın. Bu biçare de yıllarca tarlasına öfke, hasetlik, nefret ve fenalık ekmiş, sonra onları biçip evine götürmüş. Kapısına varana ne verecek? Elbette evinde olanı. Ben de tarlamdan ne ektiysem onu veriyorum. Elimde ve evimde sevgi var, vicdan, merhamet, iyilik ve güzellik var. Yolu benden geçene ancak bende olanı verebilirim. Ne fazlası, ne azı…O kendinde olanı bana verdi, ben de bende olanı ona verdim.”
***
İntihar etmek için çatıya çıkmış bir adam.
Aşağıda toplanan kalabalık, heyecan içinde olacakları bekliyor.
Dile getirilmese de, çoğusu için bu bekleyişin sebebi, adamın intiharını görmek, o saniyeler süren ölüme şahitlik etmek.
İçeride bir yerlerde, başkalarının acıları, dertleri ve bunalımlarının gıdıkladığı bir kör nokta var.
Meselâ, o adam çatıda uçurtma uçuruyor ya da şiir okuyor olsaydı, kalabalık bu kadar olmazdı. Çünkü orada yaşama, sevince, umuda dair bir eylem var!
Meselâ, kötü bir duruma düşseniz, sırf perişanlığınızı görmek için kapınızı çalan bir sürü eş, dost, tanıdık, komşu olur ama mutluluğunuzu paylaşacak insan zor bulursunuz.
Sizin o sevinciniz, umudunuz, başarınız, gülüşünüz, inancınız, yıkılmaz duruşunuz var ya, evet, birileri bu yüzden size çok kızgın.
Yapacak bir şey. Onlar mutlu olacaklar diye, sürünecek halimiz yok.
Eğer bir gün siz de çatıya çıkmak isterseniz, şiir okumak için çıkın. Tamam, kalabalık az olur ama toplananlar, sizi alkışlamak isteyenlerdir, ölümünüzü görmek isteyenler değil.
***
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle…
t a m e r d u r s u n