Atatürk Bulvarı’nda boş bulduğu ilk banka çökmüş, dudaklarını iki tarafa oynatıp duruyordu. Kendi kendine konuşuyordu kuşkusuz. Üzerinde yıpranmış bir mont, onun içinde de kırmızıdan alaya evirilmiş bir gömlek vardı. Spor ayakkabı giymişti ama onlarda eski püsküydü. Saçları uzamıştı. Yabancı bir şehirde olduğunu bilmeseydi, birilerinin yanına oturup sohbet etmek isterdi belki. Oysa o bu banka sohbet etmek, birileriyle konuşmak için oturmamıştı, hatta oraya oturma sebebi: yoldan geçenlere bakmak, ele ele tutuşmuş sevgilileri izlemek, kuyruğunu sallayarak dolaşan kara köpeğe gülümsemek, kafeye girenlere imrenerek bakmak hiç değildi. Kuru incecik bedenini dinlendirmek, uyuşan ayaklarını biraz olsun rahatlamak istemişti yalnızca. Çekçeğindeki çuvalı yokladı kolunu uzatıp, daha yarısı bile dolmamıştı. Sabah sekizden beri sokaklarda dolaşıyordu. Yanına ilişen adamlara doğru baktı, niyetleri onu oturduğu yerden kaldırmak olabilirdi, kalkmayacaktı… Bu sefer kararlıydı, cılız bedeni hep itilip kakılmayı hiç hak etmiyordu. Annesi, “Deprem olduğunda üç yaşındaydın, depremden beş sene sonra geldik buraya, işte altı yıldır da buradayız,” demişti. Kafası karıştı, gözlerini yumup hesapladı, on dört yaşında olmalıydı. Kapkara elleriyle bir güzel sildi akan burnunu. Adamlar ayaküstü bir şeyler konuşup uzaklaştılar yanından, buna sevindi.
Bulvardan geçen ambulansın acı siren sesiyle irkildi. Bu sesi hiç sevmiyordu. Ses, annesinin hastane odasındaki görüntüsünü hatırlatıyordu ona: küçücük bedenin içinden bomboş bakan feri sönmüş bir çift göz… Akşam vaktiydi, çöpleri depoya teslim etmiş eve doğru yürüyordu, yanından hızlıca geçen ambulans evlerinin önünde durmuştu. Bir anda bir sürü insan toplanmıştı ambulansın etrafında. Hızlı adımlarla ambulansa yaklaştığında sedyedeki annesini fark etmişti. Tam yanına yaklaşacakken bir adamın kolundan tutup çektiğini hatırlıyordu, “Annen doğum sırasında fenalaşmış oğlum düzelecek merak etme,” demişti adam. Altıncı kardeşini doğuramamıştı annesi, “erkek değilmiş,” demişti babası, “sağlık olsun!” Derin bir iç çekti, dört kardeşinden üçü kızdı, babası onları çok sevmezdi, nedenini anlamakta zorlanırdı hep. Üşüyen ayaklarını ısıtmak için bankta bağdaş kurup, ayaklarını bacaklarının altına gizledi.
“İşte burası cennet,” demişti babası, Esenler denilen yerde otobüsten indiklerinde. Cenneti hiç görmemişti ama orada herkes mutluydu, hiç aç insan yoktu, öyle anlatmıştı mahalledeki Mele Cesim. Bir keresinde yıkılmış kerpiç duvarlar arasında oynarken, “Siz cennete gidiyorsunuz öyle mi?” demişti Fatma. Nasıl da hoşuna gitmişti bu söz. Etrafına bakındı, ayakları üşümeseydi, kafeye girebilseydi; bir kızın elinden tutabilseydi eğer, işte o zaman… Yutkundu.
Geldikleri yerde de güneş hep aynı doğardı. Ağaç yoktu çok fazla oralarda, olsa da uzun dalları yoktu ağaçların, güneş belki de ondan çok ısıtıyordu, bilemedi. Kulakları sağır eden bir ses duydu birden, patlamaya benzer bir sesti bu. Kafasını sesten yana çevirdi, herkes sanki sözleşmiş gibi sesin geldiği yana dönmüş öylece bakıyordu. Önemsemedi hiç, alışkındı bu tip seslere, bundan çok daha şiddetli sesler duyardı küçükken, ekseri geceleri olurdu ses, böyle zamanlarda kafasını yorganın içine gömer öylece kalırdı. Bazen ses çabuk biter, bazen bitmek bilmezdi. Bombacılık oyunu oynarlardı gündüz sesin olmadığı zamanlarda, yıkık duvarlar arasında koşup, kuytu yerlere gizlenirlerdi. Bir güzel esnedi, şimdi farklıydı sanki akşam eve gidecek, yalnızlığına sığınacak, biraz annesiyle konuşacak sonrada uyuyacaktı… Babası gelmezdi erken, gece hiç karşılaşmazlardı evde. “Kahveye takılıyor çok geç geliyor,” derdi annesi. Bazen ağlama ile inleme arasında gidip gelen sesleri duyup uyanırdı uykusundan, o zamanda kafasını yorganın içine gömerdi, eskiden olduğu gibi…
Kısa bacağını eliyle kavradı, çok acımıştı. Annesi “Onun boyu bodur kalmış oğlum, Allah’ın takdiri!” demişti sarılarak. Buna bir anlam veremiyordu. “Kamyonun lastiği patlamış, onun sesiymiş!” diye söylendi yolun karşısından gelen adam, kalabalık dağıldı birden. Bir kız annesinin elinden tutmuş kaldırımda yürüyordu. Zehra’ya benzetti önce, gözlerini hızlıca açsa da, yüreği kırgındı ona, hatta kızgındı da. İyice baktı kıza, Zehra değildi, kesin o değildi canım, Zehra öyle yürümezdi ki, kızın yürüyüşü farklıydı. Sevgiyle öfke arasında gitti geldi bir süre.
Çok kırılmıştı Zehra’ya: Güneşli bir bahar günüydü, okulların kapanmasına çok az bir zaman kalmıştı. Duvarın üzerine çökmüş maç izliyordu. Bazen Semih oluyor devleşiyordu kalede, bazen de ileri uçtaki Caner olup gol atıyordu karşı takıma. Bahçede kulakları sağır eden bir uğultu vardı. Sınıflar arası futbol maçının son günüydü, top bir karşı kalede, bir dişer kaleye gidip geliyordu. Maçın sonlarına doğru Umut iki oyuncuyu geçip topu Caner’e yuvarladı, Caner’e yalnızca dokunmak kalmıştı golü atmak için. “Ne yani, bende atardım o golü,” dedi, Zehra’dan tarafa dönüp. “Yok, daha neler!” dedi Zehra, “sen kendini ne zannediyorsun ya! Şuna bak o da atarmış!” Usulca söylemişti, yalnızca Zehra duysun istemişti, öyle bir bağırdı ki Zehra, sağır sultan bile duyacak söylediğini de, bereket golün sevincinden kimse oralı olmadı. “Sen kendini ne zannediyorsun ya!”
Zehra, Caner’e, o da Zehra’ya âşıktı. İçten içe seviyordu kızı. Zehra hiç oralı değildi. “Sen kendini ne zannediyorsun ya!” sustu, yanıt vermedi ona. Yanıt verebilseydi eğer ona şöyle söylerdi: “İnsanım ben! İki gözü iki kaşı olan, yüreği sevgiyle dolu! Sizden farkım, bacaklarımdan birinin kısa olması.”
Caner’in attığı gol galibiyeti getirmişti sonunda, maçı izleyenler oyuncuları tebrik ediyorlardı, bağırtılar, şamatalar… Yavaş yavaş onlara doğru yürüdü. Adın Topal Ömer senin, dedi kendi kendine. Çöp topladığını pek bilen yoktu. Yüzüne söylemeseler de arkasından hep Topal Ömer dediklerini biliyordu. Aslında kanıksamıştı bu durumu, küçükken hoşuna gitmiyor da değildi hani. Hayat onu ergenliğe doğru evirmeye başladığında, yaşamını hep böyle sürdüreceğini bilmenin ağırlığı çökmeye başladı omuzlarına. Futbol oynayamıyordu mesela, mesela bir kızı sevemiyordu doya doya. Arabanın kolçaklarını çekerken zorlanıyordu, çabuk yoruluyordu. Küçüklüğünde saklambaç oynarken görmezden gelirlerdi onu, sobelemek bile istemezlerdi.
Güzel bir kız gördüğü zaman yürümeyi yavaşlatır, bacağının kısa olduğunu belli etmemeye çalışırdı. O da biliyordu aslında bunun pek işe yaramadığını. Annesi hep, “Önemli olan insanın yüreğidir yavrum, yüreğini sağlam tut,” dese de, öyle değil diyordu içinden, hiç öyle değil… Yüreğine kimse bakmıyordu ki, varsa yoksa bacağı. Kanıksamıştı bu durumu, alışmıştı… Hatta bacağının kısa olduğunu bile unutmuştu, ta ki Zehra’dan, “Yok daha neler! Sen kendini ne zannediyorsun ya!” sözünü duyana kadar.
Kafasını yukarıya doğru kaldırdı, gökyüzü masmaviydi, berraktı, banktan kalktı, çekçeğinin kolçaklarından tuttu, birazdan başlayacak yağmurdan habersiz peşinden sürüklemeye başladı en yakın konteynere doğru. Akşama kadar doldurmalıydı onu. Caddeden ara sokağa daldı, bulutlar kararmaya başladı birden, ardından yavaş yavaş indi yağmur taneleri. Sokakta kimsecikler kalmamıştı. Kuytu bir köşe bulup, çukurda biriken suya işedi, sudan çıkan ses hoşuna gitti, güldü kendi kendine. Çocuk parkının yanındaki konteynere doğru yürüdü, köpek sürüsünden başka kimsecikler yoktu parkta. İşine yarayanları aldı çöpten, arabanın sepetine doldurdu. Sepeti çekerken zorlanıyordu, yollar çukurlarla doluydu. Sokağın başında Zehra’yı gördü birden, ona doğru yürüyordu Zehra, elinde bir demet çiçek vardı. Ona mıydı acaba çiçekler? Yüreği çarpmaya başladı, arabanın kolçaklarını kaldırıma bıraktı. Hızlı adımlarla Zehra’ya doğru yürüdü, kulakları sağır eden bir sesle irkildi, taksici kornaya basıyordu, donup kaldı olduğu yerde. Zehra kayboldu gözden. “Dikkat etsene oğlum, bu ne dalgınlık! Yarım bacağınla nereye koşuyorsun?” taksici ona sesleniyordu, “Allah korusun, kalacaksın arabanın altında!” Taksiciden yana baktı, umursamadı… Hızlıca yürüdü kaldırıma. Bu duydukları ilk değildi ki, defalarca duymuştu aynılarını. Olsun, bacağının biri kısaydı işte, ne yapsındı? Futbolcu olamasa da, şarkıcı olurdu oda. Hem ne demişti müzik öğretmeni, “Ömer, harika sesin var, konservatuvara girebilmen için elinden geleni yapacağım, orada çok başarılı olacağından eminim!” Çekçeğinin kolçaklarını iyice kavrayıp, adımlarını sıklaştırdı. Köşedeki kafeden yayılan müziğe kaptırdı kendini: Gurbete giden döner mi dönmez mi? Belli değil bilirim. Ben bir karaağaç gölgesi buldum. Cebimde ümitlerim.