Bu dünyada kendisini kötü gören, sözlerinin, eylemlerinin ve yazdıklarının sonuçlarının nerelere gittiğini gören kaç kişi vardır? Kiminle konuşsanız herkes iyi, herkes sevecen, herkes dost canlısı, büyüklerine saygılı ve genelde de hep haklı. Ama iş pratiğe geldiğinde, her şey çok ama çok farklı. Bildiğin, araştırdığın bir konuda bir şey anlatmaya kalksan lafın hemen yarısında kesiliverir çünkü dinlemesini bilmiyoruz, çünkü karşıdakinin neleri doğru neleri yanlış söylediğini anlayabilmek için önce okumamız, araştırmamız ve sorgulamamız gerektiğini bilmeden kendimizi o kişiyle girdiğimiz bir tartışmanın ortasında buluyoruz. Sonrasında da dinlemek, empati kurmak ve sağduyu çağrıları yerini öfkeye, ayrılıkçı sözlere ve de suçlamalara bırakıyor.
Söyleyin bakalım, buraya kadar ne kadar iyiyiz?
Aslında sorun hiçbir şeyi bilmememiz değil, asıl sorun “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.” sözünün derinliğini kavramamakta ısrar edişimiz. Neyimizin eksik, neyimizin tam olduğunu bilemeyişimiz. Yani aynı amcamın beş yaşındaki çocuğu gibi. Bir elinde dondurma, bir elinde pasta tutup, masanın üzerinde de ara ara yudumlayıp mideye indirdiği kolası olmasına rağmen; “Baba bana şunu da al, baba bana bunu da al.” diyerek ağlayıp sızlamasına benziyor. Yani gözünün sürekli aç olması, ne isteyip ne istemediğini tam olarak bilememesi. Temel sorun her şeyi bildiğimizi zannederek düşman saflarının üstüne üstüne gitmek; sonrasında da iki ölü bir yaralı şeklinde düşmanlık ettiğimiz bölgeden zafer çığlıkları ata ata, koşarak geri çekilmek. Tabii ki de burada ölmekten kasıt; vurmak, kırmak şeklinde yaralama ya da cana kast eylemlerinden bahsetmiyorum. Dilimizle karşı tarafı öldürmeye teşebbüs etmekten bahsediyorum. Burada ölen vicdanımız, empatimiz ve insanlığımız oluyor.
Kulak verin sözlerime, ey en bilgeler!
Önce kendimizi bilmeliyiz, neyimiz eksik neyimiz tam. Önce karşı tarafın sözlerine kulak vermeliyiz, ne kadar bilgili ne kadar cahil olduğunu anlayabilelim diye. Ama hak getire, bizler ne yapıyoruz? Karşı tarafın bilgeliğinden yararlanmak yerine onun yıllardır bildiğimiz, yıllardır inandığımız doğruları gayri ihtiyari olarak birer birer çürütmeye yönelik eylemlerine daha fazla dayanamayıp “portakal orda kal” şeklinde bir eylem bütünlüğü içerisine giriyor ve onun gözlerinin içine bir arkadaş, bir dost, bir öğretici gibi değil de bir düşman gibi bakıyoruz.
Söylesenize bana,nerede kaldı sevecenliğimiz?
Karşılıklı empati duyguları içerisinde bilgi alışverişi yapmak ne güzel bir duygudur, hiç böyle arkadaşlıklarınız oldu mu? Farklı konulara farklı bakış açılarıyla yaklaşıp kendi kapasiteni de görebilmek demektir bu aslında. Öyle hızlı geçer ki zaman, öyle tatlı bir beyin fırtınası içerisinde bulursunuz ki kendinizi, böylece kapasitenizin de ötesine çıkmak için zorlarsınız beyninizi. Çünkü burada herkes bildiği şeyleri akıl süzgecinden geçirerek çıkar dostunun tezlerinin karşısına. Amaç bir tarafı mors etmek değildir, amaç karşı tarafı suçlamak da değildir; asıl amaç, mantık sınırları içerisinde sağlam adımlar atabilmektir. Bir başkasının dünyasına yeni bir şeyler katabilmenin zevkine ulaşmaktır.
Kulak verin söylediklerime. Siyasetten bahsetmiyorum, en temel ahlaki kurallardır anlatmak istediğim.
Pek çoğumuz bilgili birinin sözlerinin derinliğindeki anlamı bulup anlamaya çalışmıyor. Kendisini geliştiren, okuyan, sorgulayan başkalarının sözlerinin altındaki derin anlamı keşfetmeye çabalamıyor. Ve maalesef ki yine pek çoğumuz zamanını daha değerli, daha anlamlı kılabilmek uğruna kendisini geliştiren faydalı etkinlikler üzerinde gayret sarf eden birinin yanında olmanın, ondan öğrenebileceği çok şeyi olduğunu anlamaya çalışmanın önemini anlayamıyor.
Söylesenize, empatimiz nerede?
Sorunumuz; kimseyi sallamaz, umursamaz kibrimiz. Sorunumuz ahlaki değerlerden uzak bir hayatın sunduğu kolaylıkları her defasında seçerek ilerlediğimizi sanarken, aslında hep aynı yerde kalışımız. Sorunumuz kulaktan dolma bilgilerle ömür tamamlamaya kendimizi adamışlığımız. Sorunumuz, kendimizi duygusallıktan arındırmadan sözlerimize şekil veremeyişimiz. Sorunumuz yeni bir adım atmaktan, yeni bir başlangıç yapmaktan, en önemlisi de değişimden korkmamız. Sorunumuz, saçma sapan geleneklere kendimizi bağlayıp “Babamdan böyle gördüm, o da babasından böyle görmüş. Kırk yılın adeti, ne yani yalan mıymış?” diye köklerimize sapasağlam bağlanırken bile doğruyla yanlışı ayırt edebilmeyi başaramayışımız.
Söylesenize, nerede alçakgönüllülüğümüz?
Kulak verin sözlerime ey en kötüler, en cahiller!
Bu söylediklerimdeki her anlam sizin.Bence hepimiz bu hayatta herkesten bir şeyler öğrenebiliriz; bazen küçücük bir çocuktan saf ve temiz olmayı, ömrünün son demlerini yaşayan yaşlı bir amcadan hayatın ne kadar değerli olduğunu, emekçi bir işçiden alın terinin kutsallığını, sosyalist düşünceleri uğruna cezaevlerine tıkılan ya da dar ağaçlarında sallandırılan bir devrimcinin ölüme giderken ki gülümseyişinden özgürlüğün ne kadar büyülü ve özel olduğunu, Thomas Moore’dan sınıfsız, ayrımsız, kimliksiz, herkesin eşit olduğu bir güneş ülkesinin kurulabileceğini, küçücük bir karıncadan mücadeleyi, kendisinden kat ve kat büyük olan bir canlıya saldırmaktan korkmayan bir arıdan cesareti, Ardaş ağabeyden de insanlara verilen gereğinden fazla değerin eninde sonunda bir yerlerde nankörlükle sonuçlanacağını ve ağzımızdan er ya da geç deveye diken insanı üzen yaranır cümlelerinin dökülebileceğini öğrenebilirsiniz.
Bu hayatta belli bir kültürel seviyeye bilgeliğe, erdemliğe ulaşabilmenin yolu, kimseyi dinlemez, umursamaz, sallamaz bilmiş kibirli tavrımızdan sıyrılarak ; dikkate değer bir şeyler söyleyen, yazan, düşünen herkesi dinlemeyi,okumayı ve de anlayabilmeyi basarabilmekten geçer…
Sinan Küçük