Elli yıl kadar eskilere uzanıyorum. Siirt’te Ulus Mahallesinde bir evdeyim. Babam 30 yıl kadar memleketinden uzak kalmış. En son Tarsus PTT Müdürlüğü’nden emekli olunca memleket özlemiyle gelip Siirt’te yerleşmiş. Sokakta çocukların konuştuğu yerel Arapçadan bir şey anlamıyorum. Onlar da zor anladığım bir Türkçe ile konuşuyorlar. Beni gördüklerinde “ Bu Türk çocuğu” diyorlar. Sokaktaki evlerde oturanların bir çoğu ile uzaktan yakından akraba olduğumuzu söylüyor annem. Karşı evde bir Hacı Dayımız var. Yüz on yaşında olduğu söyleniyor. Annemin dayısıymış. Evlerinde radyo yok. Kıbrıs olayları yeni başlamış. Hacı dayı bizim eve gelip kulağını radyoya dayıyor. Miting seslerini duyunca, heyecanlanarak elini masaya vurup. “Harp.. harp… harp gerekiyor.” diye bağırıyor. Hacı Dayı’nın sayısız torunu var. Bunlardan biri de Beşir. Deli dolu tutarsız bir çocuk. Başka seçeneğim yok. Beşir’le arkadaş olmak zorundayım.
Evimizin geniş bir bahçesi var. Bahçede güvercin besliyorum. Yirmi çift kadar güvercinim var. Ayrıca tavşanlarım, horoz ve tavuklar. Evde Nırnır isimli bir kedim de var. Annem namaz kılarken Nırnır onun omuzuna atlıyor birlikte secdeye varıyorlar ve sonunda Nırnır annemden dayak yiyor. Nırnır, bizim aile bireylerinden biri olarak kabul edildiğinden, her yıl onun için de zekat ve fitre veriliyor.
Beşir’le günlük uğraşımız güvercinler. Onları eğitmeye çalışıyoruz. Bahçeye koyduğumuz geniş kaplara iniyor güvercinler ve banyo yapıyorlar. Elimden yem yiyorlar. Çağırınca geliyor ve omuzuma konuyorlar. Güvercinlerimin bazıları paçalı ve takla atan cinsten. Bütün bunlar benim için büyük bir ayrıcalık. Çünkü diğer çocukların böyle bir zevk alma ortamları yok gibi.
Beşir’le bir diğer eğlencemiz eşek arıları. Önce yuvalarını buluyoruz.. Sonra yaktığımız ateşin dumanıyla onları kızdırıyoruz. Onlar saldırıya geçince elimizdeki sopalarla bizde onlara saldırıyoruz. Eşek arıları birer ikişer veya dağınık saldırdıklarında işimiz kolay. Ancak kalabalık gelirlerse kaçmak zorundayız. Kendimizi savaş meydanına çıkmış şövalyelere benzetiyoruz Beşir’le. Bir bakıma biz de Donkişot’uz. Bazen de yakaladığımız bir eşek arısının iğnesini kesiyor ve gövdesine ip bağlayarak uçuruyoruz. Ancak ısrarcı bir eşek arısının Beşir’i adeta adım adım kovalayarak onu başından sokma sahnesi hiç gözümün önünden gitmiyor. Beşir’in babası ısrarla çocuğunu benim azdırdığım konusunda babama devamlı serzenişte bulunuyor. Ona göre benim içimde şeytani güçler var. Çünkü devamlı kitap okuyorum, az konuşuyorum ve mantığımla hareket ediyorum. Diğer çocuklar gibi babamı görünce kaçmıyorum. Göz önünde bulunmam ve kendime güvenli davranışım bir bakıma saygısızlık. Düşüncemi çekinmeden söyleyebilmem ise büyük bir terbiyesizlik. Beşir’in ahlakını bozuyor ve diğer çocuklara kötü örnek oluyorum. Bereket versin ki demokrat bir aileye sahibim.
Bir gün mahallemize İzmir’den ben yaşlarda Mustafa isimli bir çocuk geldi. Beşir kısa süre içinde bu çocukla arkadaşlık kurduktan sonra geldi ve bana “ Mustafa seni dövebileceğini söylüyor.” dedi. Mustafa ile bir sorunum yoktu. Ancak bu bir meydan okumaydı. Cevap olarak “ Sıkıyorsa denesin “ gibi bir şeyler söyledim. “ Öyleyse okulun meydanında dövüşün “ dedi Beşir.
Mustafa’yı uzaktan görmüştüm bir iki kez. Bana düşmanıymışım gibi kötü kötü bakmıştı. Aramızda hiç bir sorun yoktu. Ama mahallenin çocukları ve özellikle Beşir bizim kapışmamızı istiyordu. Mustafa benden daha iri yapılıydı. Doğrusu onunla dövüşmeyi gözüm yemiyordu. Bunun gereksiz olduğunu kendimce anlatmaya çalıştım Beşir’e. Ama o Mustafa ile kapışacağımızı bütün çocuklara yaymıştı bile. Kabul etmek zorundaydım. Kendime korkak dedirtemezdim. Sonunda Cumhuriyet İlk okulunun bahçesinde buluştuk.
Beşir ve kardeşleri Vezir ile Nezir benim annemin dayısının torunlarıydı. Kavganın büyümesi durumunda beni yalnız bırakmayacaklarını umuyordum. Çünkü Mustafa’nın da akrabaları yanındaydı. Nedenini anlayamadığım halde Mustafa’nın gözlerinde bir hırs ve bir kin vardı. Sanırım o da kendini içinde bulunduğu bu yabancı ve garip ortama kabul ettirmek endişesindeydi. Birbirimizle o güne kadar konuşmuşluğumuz bile yoktu ve kapıştık. Çocuk besili bir domuz gibiydi ve çok güçlüydü. Bir an Mustafa’nın altına düşer gibi oldum. Ağabeyimin sözü geldi aklıma. “ Burası Siirt. Dışarda dayak yersen evde de benden dayak yersin unutma !..” Rezil olmayı göze alamazdım. Tüm gücümü harcadım. Şimdi Mustafa benim altımdaydı. Mustafa’nın iki elini iki elimle tutmuş bırakmıyorum. Bu arada kafamla çocuğun yüzünü sürekli dövüyorum. Mustafa’nın gözlerinde ilk defa korku belirtileri var. Burnu kanıyor. Her gün kafamı on defa duvara vurarak alın kemiğimi çekiç gibi güçlendirdiğimi bilmiyor bu çocuk. Mustafa’nın ellerini kurtarmaması lazım. Onun için ben de ellerimi onun ellerinden çözemiyorum. Ama bu sırada Beşir’in küçük kardeşi Vezir ata biner gibi benim boynuma biniyor. İki elinde tuttuğu sivri taşlarla şarkı söyleyerek kafamda trampet çalmaya başlıyor. Kafamdan kanlar akıyor. Beşir’e bağırıyorum.. O da sinsi sinsi gülüyor. Mustafa’yı bıraksam durumum daha kötü olacak. Bırakmasam yüzüm gözüm kan içinde öyle ki önümü göremiyorum artık. Sonunda bütün bu güruh ile baş edemeyeceğimi anladım ve erkekliğin “onda dokuz “ kuralı geldi aklıma. Mustafa’yı bırakır bırakmaz yerden aldığım bir taşı Vezir’in kafasında patlattım ve tabana kuvvet eve kaçtım.
İhaneti bu yaşlarda öğrendim.. Eve geldiğimde kafamda 4 – 5 kırık bulunduğunu annem kafamdaki kırıklara tütün basarken söyledi.
Beşir’le uzun bir süre konuşmadık. Mustafa da beni gördüğünde görmemezliğe geliyordu artık. Ben de onu fark etmiyormuş gibi davranıyordum. Beşir le bir kaç kez böyle darılıp barıştığımız zamanlar oldu.
İlk bahar da Yağmur yağdığı zaman sokakta seller akardı. Biz Beşir’le soyunur akan yağmur sellerine dalardık. Beşir’in amcası mahalleden geçerken mahalle kızlarına gözü kayan yabancı gençleri yakalar döverdi. Bir diğer amcası da bir defasında seyahate çıkarken beslediği güvercinleri gaz tenekesine koyup gerekli su ve yemlerini vererek tenekenin ağzını lehimlemişti. Seyahat sonucu bu metodun güvercinleri havasızlıktan öldürdüğünü deneme yanılma metodu ile öğrenmişti böylece (!)
Bir gün Beşir bana Mizbah adlı arkadaşının güvercinlerinden birinin kaçarak benim güvercinlerimin arasına karıştığını söyledi. Gösterdiği güvercini yakalayarak Beşir’le Mizbah’a gönderdim. Üç gün sonra aynı güvercin yine bana dönmüştü. Beşir güvercini tekrar istedi. Ben de yakalayıp tekrar verdim. Fakat güvercin yine bana döndü.
Beşir’in elinde sapanı vardı. Çok iyi sapan kullanırdı. Öyle ki mahalle çocukları ile iddiaya girerek sapanla iğne vurma yarışı yapardı.
“ Bu güvercin başına bela oldu vurayım mı ? “ dedi . Beşir’in sapan konusundaki uzmanlığını küçümsedim bir an “ Vur !.. “ dedim. Beşir’in bir el hareketiyle güvercin yuvasının ağzından önce yarım metre havalandı ve kanlar içinde ayağımızın dibine düştü. Güvercini gizlemek için komşunun su kuyusuna attık. Komşunun oğlu bizi görmüştü. Biraz sonra komşular büyük bir gürültü ile anneme şikayete gelmişlerdi. Kuyudaki su “mekruh” olmuştu. Bir adam kuyuya inerek güvercinin ölüsünü çıkardı.
Bir süre sonra olayı Mizbah’a anlattım. “ O güvercin senindi, Beşir seni kandırmış..
Güvercinin yavrusu olduğu için dönüp dönüp sana geliyordu . “ dedi Mizbah. O anda yüreğime bir acının saplandığını hissettim. Aradan elli yıl geçtiği halde suçluluk duygusundan kurtulamadım.
O yüzden her sabah evimin camına gelen güvercinlere , o güvercinin anısına misafirperverlik gösteriyorum.
İki yıl evvel nereden bulduysa telefonumu Beşir aradı. Çocukluk anılarımız gelmiş aklına. “ Neler yapıyorsun ?” dedim. “Ankara’dayım, çok ünlü kişiler ve siyasiler bana geliyor, onların falına bakıyor, geleceklerini okuyorum, öyle ki bazen İstanbul’dan özel uçakla gelip beni alanlar var.” Dedi.
Mustafa Süreyya Sezgin