Evvel zaman içinde insanoğlu, doğa ve onun döngüleri ile uyum içinde yaşarken, birgün toprağı ve hayvanları esir alıp şehirler inşa etmeye ve güneş ışığının kısıtlı girdiği beton yığınlarının içerisinde yaşamaya başladı ve üstelik buna da “medeniyet” adını verdi.
Ama o gün bugündür de, ruhsal bedeller ödeyerek depresyon, anksiyete ve diğer birçok psikolojik hastalıklarla uğraşmaya başladı.
İnsanoğlunun içine düştüğü ruhsal açmazın çaresinin ipucunu ne güzel veriyordu eski bir Çin atasözü; “Kalbinde yeşil bir ağaca yer verirsen, ötüşen kuşlar konar kalbinin dallarına.” diyerek…
Bu atasözü hoşuma gidince biraz araştırdım ve gördüm ki, ruhların yaşam ağacı dallarına konmuş kuşlarla simgelenişi Hint metinlerinde de mevcut. Örneğin, ruhların bedenden bedene göçen göçmen kuşlara benzetildiği Upanişadlar’da bulunan bir sembolizmde, yaşam ağacına tünemiş iki kuştan biri meyveyi yerken, öbürü bakar ki, bu iki kuştan meyveyi yiyen “reenkarne olmuş aktif haldeki ruh”u, öteki kuş ise bedensiz ruhu simgelemekte.
Pers ve Zerdüşt efsanelerinde gezindim biraz… Orada da kudretli Gaokerena ağacı, yenildiğinde iyileştirici özelliklere sahip olan ve ölülerin dirilen bedenlerine ölümsüzlük veren efsanevi bir bitki olarak karşıma çıktı.
İskandinav mitolojisine bakınca, evreni oluşturan üç tabakayı birbirine bağlayacak şekilde tasvir edilen ağaca “Yggdrasill” dendiğini öğrendim.
Araştırmaya devam ettikçe, ağaç mitine, kökeni tarih öncesi denilen devirlere kadar uzanan; başta Asya şamanist gelenekleri olmak üzere, pek çok gelenekte de rastladım.
Tüm bu geleneklerin ve inanışların içinde dikkat çekici olan; ağacın genel anlamda Tanrı’ya ulaşmanın ve onunla iletişimin sembolü olarak görülmesiyken, aynı zamanda da “yaşam, hayat, canlılık, ölümsüzlük, doğurganlık, şans, bolluk, bereket, sağlık” gibi pek çok anlama da işaret etmesiydi.