Küçük Kızın Hikayesi
O sabah yine zaman zaman olduğu gibi, büyük bir heyecanla uyanmıştı işte. Minicik yüreği nasılda pıt pıt atıyordu. Bir an kalbi duracak sanmıştı. Neden bu kadar mutluyum, bu heyecan niye diye kendi kendine soruyordu. Oysa belki yine boşunaydı bu sevinci. Ama ne yaparsa yapsın yüzündeki istemsiz gülümsemeye engel olamıyordu. Saklamaya çalışsa da bak işte yine ağzı kulaklarındaydı. Sanki ev halkı onun bu sevincini fark etseler ona kızacaklar mıydı? Hayır, aksine onlarda bu küçücük ama koca yürekli kız çocuğunun mutluluğuna ortak olurlardı. Ama utanıyordu işte. En göze çarpan özelliğiydi utanmak. Duygularının anlaşılması, ortaya çıkması sanki onu çıplak bırakacak gibi bir hisse sürüklüyordu. Ona öğretilen buydu, Utanmak.
Mutsuz bir çocukluk mu yaşıyordu? Aslında buna cevabı tam olarak vermesi güçtü. Bazen o küçücük dünyasında evet mutluyum diye düşünürken, bazen sebebini çok iyi bildiği içini acıtan bir konu yüzünden çok mutsuz olduğunu da inkar edemiyordu.
Canı kadar çok sevdiği babası, kendisinden kilometrelerce uzaktaydı. Hiç kimse ile paylaşamadığı duygularını kalbinin kıyılarına, köşelerine hapsediyordu. Bu duygularla baş edemeyecek kadar küçüktü. Oysa herkes nasıl bu kadar olgun olduğunu sorgulardı. O hiçbir zaman olgun olmak istemedi ki. Yaşını yaşayamadıktan sonra olgunluğun ona ne getirisi olacaktı. Mutsuzdu, içine kapanıktı. Herkesin babası yanındayken, o hep baba özlemi çekerek büyümüştü. Pencere önlerinde az beklememişti. Seni görmeye geliyorum kızım diye sabahın erken saatlerinde arar, akşama kadar bekletirdi. Çocuk aklı işte hazırlanır beklemeye başlardı. Saatlerce beklerdi. Zaman hiç geçmezdi. Ne çok gizli gizli ağlamıştı.
En çok da doğum günlerinde üzülürdü. Hep işi çıkardı babasının. Oysa biliyordu aslında bir işi olduğundan değil, gelmek istemediği için yanında olmazdı kızının. İçten içe bunu bilse de, o kendini işi olmasa kesin gelirdi diye avuturdu. Hiç belli etmezdi üzüntüsünü ya da kimse anlamıyor sanıyordu. Çünkü o güçlüydü. Ona bu öğretilmişti. Annesinin üzülmesine dayanamazdı. Çocuk aklı işte sanki bilmiyorlardı, anlamıyorlardı. Oysa herkes her şeyin farkındaydı ama garip bir şekilde etrafındakiler, küçük kızın üzülmemesi için rol yapıyordu. Hepsinin yüzünde sahte gülücükler olurdu. Aslında minik kızı seven tüm yakınları, içten içe nasıl öfke duyardı babaya. Ama kimse bunu dillendirmek istemezdi. Sırf onu daha fazla üzmemek için yanında tek kelime konuşmazlardı. Fakat O, odadan çıktığı anda fısıldaşmalar başlardı.
“Bak yine yaptı yapacağını söz verdiği halde şu küçücük çocuğu bekletti, her zamanki gibi gelmedi.”
“ Tühh yine üzdü ama artık yeter, ben konuşacağım böyle yapacaksa neden söz veriyor. Madem gelmeyeceksin arama, saatlerce bekletme, günah çocuğa da”
Off bir de bunları duyup daha çok üzülürdü. Ama o sağır ve dilsiz rolünü oynamayı altı yaşında öğrenmiş, kocaman yüreğe sahip bir çocuktu. Evet sadece altı yaşındaydı, annesi ile babası ayrılmaya karar verdiklerinde. Neden diye sorduğu soruların ilki böylece karşısına dikilmişti. Neden ben babamdan uzak yaşamak zorundayım?
Fakat anne babası boşanan, ne ilk çocuk oydu ne de sonuncusu olacaktı. Böylece yıllar geçti her babalar gününde burnunun direği sızlar, keşke yanımda olsa derdi. Maalesef ki kısacıkta olsa babasını gördüğü zamanlar, bir süre sonra tamamen bitti, Aralarına ölümün o soğuk yüzü girdi. Şimdi onu düşündükçe aklına hep o gülen yüzü gelir ve hep kendine şunu söyler: Bir kez daha dünyaya gelsem bunca yaşadığım acıya üzüntüye rağmen yine babam olsun isterdim. Seni çok seviyorum babacığım.
Ebru OLCAY IŞIK
15.06.2025
Saat: 01.30