Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

Beklenen

Beklenen
20 Şubat 2024 19:34
341
A+
A-

Beklenen

Sıddık Sert

..

Denizin üstündeki sis yavaş yavaş kalktı. Aniden kanatlanan martıların çirkin çığlıkları göğü yırttı. Sahilde, birbirine benzer kafelerden birinin denize bakan terasında, her zamanki yerime oturmuş kahvemi karıştırırken yine o kız göründü. Güleç yüzünde telaş ve tedirginlik… Her zamanki masaya yönelip oturdu. Pinekleyen garsonlar ayaklandı. Hafif bahar rüzgârı belirsiz bir telaş içindeki kızın saçlarını havalandırıp okşamaya yetti. Garip duygularla iç çekip belki bir gün dolacağını ümit ettiği yanındaki boş sandalyeye anlamlı bir bakış fırlatıp çantasını koydu. Uzun, kumral saçlarını elinin parmaklarıyla şöyle bir havalandırdı. Bunu yaparken de çevreye kaçamak bir bakış atmayı ihmal etmedi. Her zaman olduğu gibi garsona gülümseyerek kahve söyledi. Bir süre kuşkulu gözlerle etrafı süzdü. Sonra yanına koyduğu çantasını açıp bir şeyler arama bahanesiyle kurcaladı. Vakit geçirmek için çevresine gülümsemeyle karışık zoraki birkaç bakış attı. Çantasından telefonunu çıkartıp usulca masaya koydu. Telefon masadayken iki parmağını zarifçe kıskaç yapıp açma tuşuna bastı. Ekranın parlaklığı iri yeşil gözlerinde yansıyordu.

Haftalardır en sevdiğim şeyi yapıyorum; aylaklık… Kaygılarımın nedenini bilmeksizin oturuyorum. Her hafta olduğu gibi kafedeki yerime oturmuş bir elimle kahveyi diğer elimle telefonumu karıştırırken aklımdan geçen tek şey artık cesaretimi toplayıp ona gerçeği söylemek: “Boşuna bekleme; gelmeyecek!”

Vereceği tepkinin türünü ve şiddetini düşününce kararsız kalıyorum. Ya “Sana ne!” derse?

Kızın beyhude bekleyişini ne zamandır üzülerek izliyor, kahroluyorum. Her cumartesi öğleden sonra, tam da bu saatte yalnız başına buraya; denize yakın bu masaya geliyor. Denize mi, martılara mı, masaya mı kavuşmanın sevinci? Yüzünde hafif bir tebessüm… Yoksa beklediği her kimse bu sefer geleceğine ilişkin sonsuz bir umut mu besliyor, bilinmez. Ancak her gelişinde sessiz ve zor bir soruda ipucu verir gibi umutla hep aynı sandalyeye oturuyor.

Uluorta sergilediği ruh haline bakılırsa iyi gününde olmalı… Önce etrafa heyecanlı bir bakış atıyor, telefonunda birkaç uygulamaya isteksizce göz gezdiriyor, dalgın, yeşil gözleriyle uzun uzun denizi seyrediyor; suda göz kamaştıran ipiltiler… Bütün dikkatini suya vermiş şimdi, ruhu bakışlarında toplanmış. Yorgun bakışları ufukta başıboş geziniyor. Ne tesadüfse her zaman onun masasının yöresinde uçuşan martılara çocuksu bir hayranlıkla bakıp gülümsüyor. Martıların gövdeleri sis beyazı, kanatlarının üstü duman grisi. Telepatiyle anlaştığı martılar, sevinçle gözbebeklerinde uçuşuyorlar. Ani hareketlerle minik kalbini ve yeşil gözlerini yormak niyetinden uzak, genç kızın üzerinde süzülüp mavi gökte kanat çırpıyorlar. Gökyüzü ışığa ve sevince kesiyor. Bu buluşmadan memnun martıların suya vuran silik gölgeleri kâh uzayıp kâh kısalıyor.

Küçük bir dudak hareketiyle ortaya çıkan muhteşem gamzesini kahve getiren garsona gösterip gülümsüyor. İnce, uzun parmaklarını kahve fincanının kavisli kulpuna doğru uzatıp zarif bir tutuşla fincanı kavrayıp dudaklarına götürüyor. Parmaklarında yüzük yok… Oysa kaç haftadır burada, umutsuzca oturup ‘gelmeyeni’ bekliyor. Böylesine güzel ve zarif bir kızı bu kadar zaman kim bekletir? Gün ışığının bile kıskandığı ipeksi, dalgalı, kumral saçlara, en derin ormanların bile gıpta ettiği yeşil gözlere, şu esrarlı bakışlara yazık? Hangi sonsuz tutku bu eziyeti çektiriyor, hangi özlem, hangi duygu? Bu amansız, bu ıstıraplı, bu beyhude bekleyişin sonu ne olacak? Koca bir hüzün ve hayal kırıklığı… Kaç hafta oldu, yok işte gelmiyor! En iyisi gidip söylemek! “Bekleme artık, gelmeyecek!”

Martıların gökteki süzülüşünü izleyen yorgun gözleri bir an umutsuzca masadaki telefonuna kayıyor. Sandalyesinde hafifçe doğrulup yeni bir şey görmüş gibi heyecanlanıyor. Sonra o mahzun çehre tekrar gelip yüzüne oturuyor. Artık söylemeli. Bu boş bekleyişin onun ruhunda yarattığı ıstırabı, bu hüsranın ona yaşattığı acıyı dindirmeli… “Benden bu kadar, bir insana karşılıksız değer verirsen sonun böyle hüsran olur. ‘Gönül kaçanı kovalar’ sen beyhude bir arayıştasın!” demeli.

Zaman yine hızla akıyor. “Keşke hiç bitmese!” diye içimden geçirdiğim kahvesinden son yudumunu alıyor. Artan bir umutsuzluk… Bir şeyle uğraşma bahanesini telefonuna bakmakta buluyor. Bir süre daha çantasını kurcalarken şimdi yüzünde hüzünlü bir yalnızlık… Önce uzaklara; denizin ufukla kesiştiği çizgiye gözlerini sabitliyor. Okyanusta kaybolmuş bir yelkenlinin mendireğinde umutla kara parçası arayan gözcü gibi dalgın bakıyor. Sonra gözlerini ufukta sisler arasında, pamuklara sarılı birer karaltı gibi duran ufak tefek adacıklara kaydırıyor. İleride, denizin ortasında teknelerin burnu acımasızca suyu yarıyor…  Güneş, ufka yolculuğunda hızlı ve kararlı… Denizden esen hafif bir yel saçlarını havalandırıyor. Alnında kahkülünün yaptığı gölgeler kayboluyor. Gözünü ufuktan beriye çekerken umursamaz doğa bir an sessizliğe bürünüyor. Ardından küçük hışırtılarla sahile vuran çelimsiz dalgaların köpüğüne gözünü dikiyor. Kıyıya vuran milyonlarca beyaz baloncuğa sonsuz umut yükleyerek… Kulak kabartıp dalgaların fasıla ile sahile vuran ritmik sesleri arasındaki anlık sessizliklerde huzur arıyor.

Geçen hafta giydiği beyaz gömlek ve kısa siyah deri ceketi uyum içinde ona eşlik ediyor. Aynı tarz esrarlı giyiminde bir sır saklıyor olmalı. Kuğu gibi ince boynunda eğreti duran altın sarısı dört yapraklı yoncayı uzun parmaklarıyla kavrıyor. Gözleri uzaklarda, elleri kolyede, aklı kim bilir nerede? Bir süre öylece oyalanıyor. Sonra çantasına uzanıp içinden isteksizce bir sigara çıkartıyor. Pastel gülkurusu rujlu dudakları arasına kıstırıyor. Bir süre dudaklarında emanet gibi duran sigarayı yakmaya yelteniyor ama her zaman olduğu gibi vazgeçip tekrar paketindeki yerine özenle yerleştiriyor. Aklından neler geçiyor kestirmek güç, ancak sanki birinin onu izlediği hissine kapılmış ve bundan haberdarmış gibi tuhaf bir mutluluk içini kaplıyor.

Ondan çok daha önce gelip her zamanki masamda kayıtsızca oturup yerimi alıyorum hep. Kaç haftadır aynı saatlerde burada onun gelişini bekliyorum. Kafeteryadan içeri girince heyecanım doruklara varıyor. Hele bir de tam karşımdaki masada yerini alırsa kurumuş bir yaranın kabuğunu koparmak kadar haz veriyor bana. Bir yandan da, ola ki lazım olur kabilinden aklıma doldurduğum şiirleri hatırlamaya uğraşıyorum. Yine aldattılar beni alçaklar! Hepsi zihnimden kaybolup gitmiş… Heyecanımı belli edeceğim diye ödüm kopuyor. Ama bu beyhude bekleyişin sonunda her seferinde ikimiz de hüsranla ayrılıyoruz kafeden; önce o, sonra ben.

Ortalık sarıdan turuncuya sonra kızıla keserken batan güneşle az sonra her yer karanlığa boğulacak. “Özür dilerim saat kaç acaba? Pardon ama beklediğiniz galiba gelmeyecek!” Bu ve buna benzer birkaç nazik söz bulmaya çabalayıp aklımda sıraya diziyorum, sonra beğenmeyip atıyorum. Kahvemden isteksiz bir yudum alıyorum, ardından birkaç yudum daha… Kahve bitene kadar suya sabuna dokunmadan meramımı anlatacak minvalde cümleler kovalıyorum. “Gelmeyecek işte! Boşuna bekleme, her kimi bekliyorsan gelmeyecek!”

Ama birisi ona bunu söylemeli; söylemeli de nasıl? Bu akıldan yoksun bekleyiş karşısında çıldırmamak elde değil. Söylemesi kolay. Onun derin bakışlarında beslediği birbirinden habersiz sonsuz sayıdaki umudu yok etmek cesaret ister. İşte yine sahile vurdukça hışırdayan dalgalara daldı gözü, bir gözü ise martılarda. Uzaklarda bir şey arıyor. Çirkin çığlıkları kulaklarda kalan martılar aniden kayboluyor. Artık gidip söylemeli; “Gelmeyecek!”

Denizin gri rengi, martıların kayboluşu ve ortalıktan çekilen el ayak artık kalkma zamanına işaret. Beklediği her kimse bu hafta da gelmedi. Birazdan garsonu çağıracak. Solgun bir bakışla su isteyecek. Suyu, yavaş yavaş yudumlayacak. Ardından hesabı isteyip çantasına uzanacak, fermuarlı siyah, deri cüzdanını çıkarıp hesabı ödeyecek. Garsona bahşişini bırakıp yüzüne hiç yakışmayan eğreti bir gülücükle sandalyesini geri itecek, yavaş ve isteksizce masadan kalkacak, dalgın, yeşil gözleri buğulu, bakışları umutsuz arkasını dönüp gidecek.

Güneş batmak üzere… Can sıkıcı sessiz bekleyiş bu hafta da hüzünle son buluyor. Elini çantasına doğru uzatırken yüzü asık… Son kez gökyüzünün kızıllığına bakıyor. Sonsuz hüznü içine doldurup yine umutsuzca masadan kalk..;  işte kalkıyor, tam da sırası. Cesaretle sandalyeden kalkmalı, umarım beni izlemiyordur diye içimden dualar ederek masasına yanaşmalı. Boğazımı temizleyip konuşacağım ses tonumu bile önceden ayarlamalıyım. Kendimden emin tam karşısında durmalı. Söyleyeceklerim sevimli ve şakayla karışık olsun diye yüzümde bin bir çeşit ifade ve mimik… “Kaç haftadır izliyorum, boşuna beklemeyin, galiba gelmeyecek!” Cesaret! Hepsi bu…

Sınır tanımaz umutsuzluğa her hafta yenik düşen ruhu perişan haldeki bu kıza düşüncelerimi en iyi nasıl iletebileceğimi aklımdan geçirirken aniden kalkıyor. Sorumsuz bir rüzgâr saçlarını dağıtıyor. Yumuşak bir hareketle alnına düşen telleri geriye atıyor. Çantasını alıp hışımla masaların arasından çıkışa doğru ilerlerken bedeninde oluşan her devinimi gizli bir hayranlıkla izliyorum. Şimdi kapıya; yok! yok! sanki bana doğru… Ee, ne yapacağım şimdi? Ayağa mı kalkmalıyım! Ama sandalyeye paslı çiviyle çakılıyım sanki. Gözüm kararıyor, etraf bulanıyor ve artık kör bir köstebek gibi bana doğru ilerleyişini de göremiyorum. Karşımda duruyor, parfümünün kokusunu burnumda… Bir elinin parmaklarıyla saçlarını havalandırıyor. Yüzünde alaycı bir bakış, sesi içten ve esprili, gamzesi belirgin:

“Gelmeyecek!”

“Gelmeyecek galiba!” diyorum, hafif kekeleyerek.

“Hep böyledir bunlar!” Dudaklarını üst üste bitiştirip bilgiç bir tavırla kafa sallıyor.

“Böyledirler!” diyorum, bir şeyler umarak.

“Boş ver değmez!” diyor göz kırparak. “Takma kafana!” Ardından devam ediyor: “Babaannem hep ne derdi biliyor musunuz? Tek eşekliyi sen beğenmezsin, iki eşekli de seni beğenmez! Hayat böyledir işte.”

Aniden arkasını dönüp kafeteryanın çıkışına doğru ilerliyor. O geçip giderken ışık da gidiyor, ortalık karanlığa boğuluyor. Seslenmek istiyorum. Ağzım açık ama sesim çıkmıyor, son bir gayret.

“Gelmiş! Ama fark etmemişim!”

Olduğu yerde mum gibi duruyor, sonra dönüp usulca yanıma geliyor. Kalender bir gülümseme yüzünü süslerken başını hafif yana eğip şefkatle uzun uzun yüzüme bakıyor. Gözlerinin içi gülüyor. İçini dolduran sevinçten nefesi kesiliyor. Birkaç defa derin nefes alınca nadiren görünen gamzesi hemen ortaya çıkıyor. İçinde büyüyen sevinç önce masaya, sonra kafeye ve oradan denize taşıyor. Yüzündeki sevinçte umuda benzer ak kanatlı bir martı uçuşuyor. Sonra o sevinç ses olup havada yankılanıyor.

“Evet, gelmiş!”

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.