KENDİMİZE YAPTIĞIMIZ KÖTÜLÜK
Kendimiz olmaktan ve kendimiz gibi mücadele etmekten kaçıyoruz. Belki dikkat etmedik, biz kendimiz olmadıktan sonra bir başkası bizim için hep bir yara sızısı olmaktadır. Bir vicdan azabı ve bir diş ağrısı gibi. Değişen ruhumuz başkasıyla allak bulak olurken, zaten kendimiz olamazdık. Hani bir gün, bir efendi kölesini satılığa çıkarmış, satılması için bir tellala verecekmiş. Köle o sırada efendisine şöyle demiş: “Efendim siz benden daha iyi bir köle bulabilirsiniz, ama ne yazık ki ben sizin gibi bir efendi bulamam.” İşte çerçevesi kırılan hayatımız böyle… Ne diyelim biz kendimize kötülük yaparken, efendi ben yapmayacağım mı diyecek… Unutmayalım ki düşman, bizim efendiler sayesinde başımızda isteklerini gerçekleştirmekte… Bizimkiler ise; hala ayak tırnaklarımızı boyamamızı ve göbeğimizi kaşımamızı isteyerek oyalamaktadır. Yazılarım tarihsiz şikayetlerle dolu. Şikayetler benim ezeli derdim. Çünkü şikayetler benimle beraber yaşıyor. Şikayet benim kaderim iken ve kader de karanlıklar içinde iken … kara kış belimi büktü. Kış kıyamet kapımı çaldı. Kapıda olan gecikmeli gelen kışların en serti idi. Kapı kırılırcasına çalınmakta idi. Ve çalınan kapı kendiliğinden açılmaktaydı. Açılan kapıda rüzgar uğuldar, kar toz bulutu, şiddetli fırtına camları döverken aile fertleriyle içeride kalmak çok zor olsa gerek. Kar ve fırtına ile başlayan çok soğuk bir kış günü… Bugün, yarın ve yarından sonra yaralı bir aslan gibi içeride kalacağım. Penceremin önünde kar birikecek ve ben de belki de kızacağım soğuğa ve yaralı halime. Ama kitap okuma zevkini yakalayacağım. Kitap okuyacağım ve yatağımda yuvarlanacağım. Yazı yazmak ise; bulduğum ışık olacak. O kadar bahtiyarım ki coğrafik kaderime kızamıyorum bile. Düşünüyorum ve düşüncelerimi kağıda geçiriyorum. Kağıt da somurtmuyor. Herhalde o da yaralı halimi biliyor ki bana cilve yapmaktan geri kalmıyor. Kelimeler de aynı kışın rüzgarı gibi içime doluyor ve ben de onları yazıya geçirirken geldiği gibi uçup gitmiyor. Kendimi de ikna edebiliyorum. Çünkü bu ikna olmaz, bu açgözlü vücudu yazı olmadan başka neyle doyurabilirim ki. Nihayet ben de bir insanım. Etten ve kemikten yaratılmış ama bu et ve kemik duygularla süslenmişti. Ve bu vücut her sembol gibi düşüncelerini sadece kendisinin gördüğü bir ışık değil, başkalarına da göstermek istiyordu. Bir “Ali Ömer,” romanımdaki kahramanım idi. Ve bu kahraman başkalarını kurtarmaya adanmış bir iyilik meleği olabiliyordu. Ali Ömer, yaşadığı toplumda sefil bir şekilde yaşayanları görür. Ve onları kurtarmak için savaşa kalkışır. Mağlup olacağını bile bile savaşa başlar. Mağlubiyet artık Ali Ömer için bir kaybediş değil kurtuluşa endekslenmiş yeni bir buluştur. Toplumunu kahredenlerin çiğ ve hoyratça ezmelerini gönlü ve aklının kabullenmeyeceğinin buluşuydu.