UMUT MERİÇ BERBEROĞLU
1977 yılının yaz başıydı. İzmir’in en eski semtlerinden birinde, küçücük bir evin dar odasında Ahmet, sabahın ilk ışıklarıyla uyanmıştı. Yüzündeki yorgunluk, yaşının ötesindeydi. Henüz yirmi üç yaşındaydı ama hayatın yükü omuzlarında ağır bir çanta gibi duruyordu. Annesi, babası, ağabeyi… Hepsi ona hep aynı şeyi söylerdi: “Okuyacaksın, kendine iyi bir hayat kuracaksın. Ama bizden ayrılma, bizim dediğimiz gibi yaşa.” Aile baskısı, onun çocukluğunu ve gençliğini örseleyen bir fırtına olmuştu. Ahmet, bu baskıya rağmen İzmir Üniversitesi’ni kazanmıştı. Yeni hayatı, yeni umutları vardı. Okulun kütüphanesinde yarı zamanlı çalışmaya başlamış, kitapların arasında kendine bir dünya kurmuştu. Kitaplar onun en gerçek dostları olmuştu; sayfaların arasında kendini buluyor, insanlardan uzaklaşıyordu. Bir gün, kütüphanede karşılaştığı Selin, Ahmet’in hayatında yeni bir sayfa açtı. Selin, şehirde doğmuş, üniversite öğrencisi, zeki ve çekici bir genç kadındı. Aralarındaki bağ, yavaş yavaş gelişti; ilk başlarda umutla dolu, parlak bir aşk gibi görünüyordu. Fakat zamanla her şey değişti. Selin’in farklı hayatları, gizli sırları vardı. Ahmet’in bütün iyi niyetleri ve çabaları Selin’in gerçek yüzünü gizleyemedi. İhanete uğradığını anladığında, dünyası başına yıkıldı. “Benim gönlüm karardı artık,” dedi kendi kendine gecenin sessizliğinde. Artık ne Selin vardı ne de onunla paylaşacak bir hayat. Yalnızlığı seçti, kendini tamamen kitapların arasına bıraktı. Kütüphanede geçirdiği uzun saatler, ona hem sığınak hem de hapis olmuştu. İnsanlardan uzak, kendi dünyasında kaybolmuştu Ahmet. Şehir kalabalık, hayat hızlıydı ama onun içindeki boşluk büyüyordu. Bir gün, İzmir’in rüzgarlı sahilinde yürürken, kendi sesini duydu: “Yine gönlüm karardı, yine sevda yarım kaldı.” O an anladı; aşkının yarım kalışı, hayatının gölgesi olmuştu. Ve böylece, Ahmet’in öyküsü, kütüphane raflarında sessizce sonsuzluğa karıştı.