HASRET TÜRKÜSÜ
Ali Rıza NAVRUZ
…
Oldukça cüretkâr bir sorusuydu şu bizim meraklı Melahat’ın sorusu:
“O can kim?”
“Cehennemin dibiiiii…” Diyebilir miydi ki şair? Sadece ve sadece; “o bir şiirdir” diyebilmiş… Şiirden de anlar ya Melahat, başlamış kesmeye ahkâmı:
-Semantik açıdan çok çok açık buldum o şiiri. Hatta retorik açıdan da yavan! Şiir tahtında değil yani.
O canın vazgeçilmez oluşunu, alışkanlığımın çerçevesine resmedip gözlerine sokmak gerekecek diye düşündü şair… Sonra öfkeyi terk edişini hatırlayıp sustu! Mecnun’un sesiydi kralın karşısında yankılanan: “Efendim siz ona bir de benim gözlerimle bakın!..”
Senin şiiriyetin, benim mecburiyetimle birleşince yukarıdaki bu tablo hep sergilenecektir caaan! Mecburiyet dedim de; Atilla İlhan aklıma geldi bak şimdi:
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum.
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum…”
Mecburiyet mukadderata, mukadderat ise takdîriyete bağlı olunca bu denklemi çözmek galiba bizleri aşıyor be caaan! Dostoyevski: “Eğer Tanrı yoksa her şeye izin vardır.” Derken……
Gecenin şu sensizliğine eklenen; saatimin akrebi… Akrebin kuyruğuna eklenen; yağmur… Yoksun!.. Ama olmuş olsaydın; şiir, ben, gece, sevda ve sen tertibiyle vaat edilen cenneti bu dünyada bulmuş olurduk… Ellerim! ki onlar; yokluğuna yapışmış… Sevdaya soyunmak zor be caaan! Öylece kalmak da zor ötesi zooor!..
İşte büyük buyruk: “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap var.” Sadece ve sadece bu buyruğu dikkate almış olsaydık, şimdi cihanı tutacak yürek sesimizin meâli herhalde şöyle olurdu: Gökyüzünün maviliği avuçlarımızda…
Yaşama sevincimizin tam da orta yerine yağıyor bu çile… Omuzlarımın bir türlü dik tutamadığım kısımlarına hatta! Ve yağıyor hep de… Gelmeyeceğini bilmek onun işi olamaz ki!..
Karanlıkta sönen el feneri…
Hasret türkülü yağmur! Ve ben…
Deli-dolu bir tutku benimkisi belki…
İllaki sen yoksun!..
Sun/sun yağmur bereketini…