Bir ülke… Ülke benim ülkem. Ülkem yorgun ve ben de yorgun argın… Bizim derbederlik asırlık ve hep yüklü hatıra… Birikimiyle ve hatırasıyla acıyla dolu cüzdanlar… Dertli dostlar ve tanıdıklar her köşe bucakta aranan… Neden diye sormaya ne hacet: düşman beynimizi ve kalbimizi acıtıp duruyor. Kalple beyin didiklenip, kucağımız dertlerle doluyor. Dertleri bölüşüp azaltmak gerekiyor. Ülkemize bağlı yaşarken, ıstırap içindeki vatanseverler önceleri birbirinden haberdar idi. Aynı dert ve ıstırapla yaşayan yurttaşlar birbirinden haberli ve akraba idi… Şikayet etmeye mazeret kalmıyordu. Ya da şikayetlerin mazereti azalıyordu. Çünkü yaralı ve ıstırap içindeki dostlarla Anadolu’da acılarımızı ortak yaşıyorduk. Ne Londra, ne de Paris ve ne de Roma’sı hayalimizde idi… Dostlarla gam keder bölüşülüp hafiflerken, Anadolu’da güneş çıplak ve gülücükler dağıtarak doğuyordu. Gecesi de gündüz gibiydi… Açıkçası Anadolu’da gün bizi ayakta kucaklıyordu… O zamanlar Anadolu’nun medeniyeti ve bereketi herkese yetecek kadar idi… Anadolu’da her medeniyetin mevsimi farklı gülümseme ve farklı sevgi zerrecikleri sunmaktaydı… Şöyle, böyle değil, sevgi prizmada yansırken, Anadolu’nun zengin medeniyeti ve farklı zengin kültürleri bizi şaşırtıyordu.. Hal böyle iken, birdenbire farklı kavimler cihangirane bir şekilde gurur dolu refah ve mutluluğu bıraktı. Bıraktılar, çünkü birbiriyle barışık farklı kavimlerin hepsinde hedefler şimdi çöpe atılmış. Değişik medeniyete ve değişik kültürlere sahip olanların üzerinde anlaşacağı konular da kalmamış. Halbuki her konu farklı olmaya gebe ve haliyle doğacaklar tartışılmak ister. Farklı medeniyetler değişik ölçüleriyle birbirine yakın ve yaklaşmak ister. Ama görüyoruz ki zengin hedefler çöpe atılıp herkes kendi çıkarının ve hedefinin peşinde… Büyük ülkeleri epeyce dolaşmıştık ve orada gördüğümüz farklı kavimlerin hedefleri basit hedeflere kurban edilmiyordu. Rehber ve tercüman olarak ne Avrupa’sı, ne Çin’i, ne de Amerika’sı kalmıştı… Dolaştıktan sonra en iyi tarafım bir sandalye ilişmek ve masada kazanç saydıklarımı paylaşıp yazmak… Çok şükür ki bereketli ülkem varken, her daim dostlara yazı yazmanın sıcak alevi ayaklanacak… Daha doğrusu Anadolu’da kaderin çok iltimaslı kullarına bahşettiği ilahi bolluğun vergisi toplanmayı bekleyip duracak. Düşündüm. Düşünürken, Anadolu; her ideolojinin kitabını rahatlıkla hediye diye kabul ettiğini görmüştüm. Anadolu farklı ideoloji ve farklı milletlerle zengin bir mozaik var idi. Ve zengin mozaik çok sevilmişti. Ama şimdi görüyorum ki farklı ve zengin kültüre sahip kavimler aralarında anlaşmak yerine kavgalarıyla debelenip bataklıklara saplanıyorlar. Bu durumda ülkenin huzur bulup ilerleyeceğine inanmıyorum. Nasıl inanabilirdim ki? Her cenahta ezilen ve kurtarılması gerekenler varken, onlar birbirini eziyor. Zayıflama ve kan kaybetme tüm hızıyla devam ediyor. Bu bizimle birlikte yaşadığımız Anadolu’daki huzur ve diriliğe kesilen bir ceza… Cezalar ağır ve yanlışlarla tekrarlanıp duruyor. Yanlışlar tekrarlanırken, çocuklarımız artık bizi tanımıyor. Doğrularımızı tanımadıklarımıza nasıl anlatacağız? Doğrularımızı tanımadıklarımıza feda mı edeceğiz? Feda etsek de doğrularımız karşısında hep nefretleriyle karşılaşmak var. Düzgün saydıklarımız çocuklarımızı yormaktadır. Peki doğrularımız daima yanlış tefsir ediliyorsa, yanlışlarımızı daima teşhir etmeye lüzum mu kalır? Acaba biz kendi kendimizle alay mı ediyoruz? Doğruların gücü derken irfan abidelerimiz karşısında alay konusu olan bizleriz. Karşılarında öyle yanlış anlaşılıyoruz ki… Çocuklarımız bizden başka herkesin doğrularını kabul ediyor ama bize gelince doğrularımız tatbikat nedense onlara çok zor geliyor. Çünkü çocuklarımızın hırs ve şöhret ihtirasları acımamızı adını bilmediğimiz madenler gibi eritiyor. Hayatları bizimle başladı ama bizimle bitecek gibi değildir. Ve zamanın takvimden kopardığı yapraklar durmadan çoğalmaktadır. Sonraları felaket felaketi kovalamaktadır. Felaketin en büyüğü çocuğumuzun bizden uzakta bizi düşman sanarak büyümesi… Yaralanan baba gururudur ve çocuklarına gurur dolu pencerelerini kapatsam mı yoksa kapatmasam diye girdiği çelişki dolu bir hayatın başlaması oluyor. Hepsinde de aynı hırs ve aynı çılgınlık birbirine benziyor. Öyleyse çocuklarımız bir hastalığa kapıldılar. Bu hastalık düşman denilen belalı dostun marifetidir.
İbrahim Ayğırcı