

Kahveci dükkânının kapısı çiling çiling sesleriyle açıldı. Genç kadın kendini hışımla içeri attı çünkü dışarda hürmetli bir soğuk vardı. Bu üçüncü dalga sevimli kahveci dükkânını çok sevmesine rağmen aslında bugün buraya uğramak gibi planı yoktu. Ofisten çıkmış, alışverişini yapmış ve aylardır göremediği büyükannesine doğru yola koyulmuştu ki birden ne kadar sıkıştığını ve muhtemelen en az 45 dakika daha sürecek olan araba yolculuğunu kaldıramayacağın fark etti. Hemen baristanın yanında soluğu aldı ve her zamanki gibi sade fakat bu seferlik paket bir kahve rica etti. Bunu yapmak zorunda hissediyordu kendisini çünkü her ne kadar sıklıkla geldiği bir kahveci olsa da sadece tuvaleti kullanıp çıkmak ayıp olur gibi hissediyordu. Kahvesini alıp bir masaya yerleşti. Sonra da sadece el çantasını alarak soluğu üst kattaki kadınlar tuvaletinde aldı. Kedi merdivenleriyle üst kata çıkılıyordu ve kadınlar tuvaletinin hemen yanında bir boy aynası ve duvara monte küçük bir bar masası vardı. Tuvaletten çıktıktan sonra küçük bar masasına çantasını koydu, içinden el kremini, parfümünü ve rujunu çıkardı. Aynaya bakarak dış görünüşüne hızlıca bir rötuş attı. Büyükannesinin onu renkli görmesi iyi olacaktı. Hazırdı artık. Kedi merdivenlerinden aşağı indi. Paltosunu giydi, kahvesini aldı ve arabasına yollandı.
Son bir buçuk yıldır kendisini fazlasıyla işine kaptırdığı için büyükannesine eskisi kadar sık uğrayamıyordu. İşine dört elle sarılması ve nerdeyse bütün hayatının işi olmasında elbette bir süre önce yaşadığı tatsız ayrılığın payı vardı. Tatsız demek az gelirdi aslında. Korkunçtu, iğrençti ve adiydi. Kaç senelik sevgilisi, en yakın arkadaşıyla aldatmıştı onu. Aldatılmak aklının ucundan bile geçmezdi. Hele ki en yakın arkadaşıyla! Ölüm değildi, hastalık değildi, kaza değildi. Yine de dünya başına yıkılmıştı. İki kere. Ve birden yapayalnız kalmıştı. Aslında yalnız değildi ama o öyle hissediyordu. Geniş ve sevgi dolu bir ailesi, bir sürü başka yakın arkadaşı, keyifli bir iş ortamı ve iki minnacık muhabbet kuşu olmasına rağmen Yeni Hayat’taki Tom Hanks gibi yapayalnız hissediyordu. En sonunda doktora gitti ve ilaç kullanmaya başladı.
İlaç işe yaradı. Biraz üstüne bönlük gelmiş olsa da en azından acı hissetmiyordu. Oradan oraya ateş gibi sıçrayan birinden tepkisiz birine dönüşmüştü. Sanki bir programdı ve her şeyi yazılımı gereği yapıyordu. Ve fakat bu halinden gayet memnundu çünkü artık ne aldatılmak ne yalnızlık onu üzmüyordu. Umurunda değildi. Hayatında heyecan yoktu ama trajedi de yoktu. Önemli olan da buydu.
Torununa en sevdiği yemekleri yapmıştı büyükanne. Uzun uzun sohbet edip yemeklerini yediler. Genç kadına da çok iyi gelmişti bu akşam ziyareti. Bir şeyler değişiyor gibi hissetmişti büyükannesinin tuvalet aynasında kendine bakarken. İyileşiyordu galiba. Belki de artık bu arkadaşlık yüzüğünü çıkarmanın vakti gelmişti.
Kendisine onca acıyı yaşatan büyük ihanetin diğer tarafı liseden arkadaşıydı. Bir zamanlar o kadar düşkünlerdi ki birbirlerine aynı üniversiteyi kazanmayı bile becermişlerdi. Üniversite boyunca evlerini de paylaşmışlardı. Yüzük ondan yadigârdı. Lisedeyken almışlardı birbirlerine aynı yüzükten. Bu yüzüğü atmaya kıyamamıştı. Tektaşını eski sevgilisinin suratına roket gibi fırlatmıştı ama bu yüzüğe kıyamamıştı. İlk gençliğiydi bu yüzük. En gamsız, en masum zamanlarıydı. Hiç kıyamadı. En çok arkadaşının ihaneti yaralamıştı onu aslında ama kıyamadı yüzüğe işte.
Artık çıkarmak vaktidir diye düşünürken birden yüzüğün parmağında olmadığını fark etti. Nasıl olurdu bu? Yüzük yoktu. Hiç çıkarmıyordu ki elinden! Acaba sabun yüzünden elinden kayıp gitti mi diye lavabonun içine bakmaya çalıştı. Tabii ki hiçbir şey göremedi. Eğer lavabonun içine düşseydi ses çıkardı herhalde diye düşündü. Büyükannesine söylemek için hamle yaptı bir an ama sonra vazgeçti. Kadıncağızın keyfi yerindeydi, kendisini iyi gördüğü için çok mutlu olmuştu. Keyfini kaçırmak istemiyordu.
Anlamsız bir şekilde gri-siyah ekoseli kışlık elbisesinin kocaman ceplerini yokladı. Beyhude bir çaba olduğunu biliyordu ama yine de bakmadan duramamıştı. Aslında bu sabah işe giderken bu elbisesini giymesi bile bir iyileşme işaretiydi ve ceplerini karıştırırken içten içte fark etti bunu. Bu elbiseyi çok severdi ve ona çok yakışırdı. Ancak, aylardan beri ne bu elbiseyi ne de başka bir elbisesini giymemişti. Etek de giymemişti. Tayt ve pantolon ile günlerini geçiriyordu. Bu da aslında kalbi çok kırılan kadınlığını saklama çabasıydı herkesten. Maalesef biliyordu böyle olduğunu. Tüm bunlar aklından geçerken büyükannesinin sesini duydu. Fazla oyalanmıştı herhalde. Hemen üstünü başını düzeltti ve bu konuyu eve dönmek üzere arabaya binene kadar düşünmemeye karar verdi.
Büyükannesiyle biraz daha sohbet edip bulaşıkları kaldırmasına yardım ettikten sonra sıcacık bir şekilde vedalaşarak arabasına yollandı. Arabanın kapsını açarken yüzük tekrar aklına geldi. Aslında tamamen unutmamıştı, bilerek yok saymıştı. Şimdi ise son derece merak içerisinde arkadaşlık yüzüğünün nerde olduğunu soruyordu kendine. Önce arabanın içine bakmaya karar verdi. Bir iş arkadaşının başına gelmişti, araba kullanırken hiç fark etmeden yüzük parmağından kayıp fren pedalının oraya yuvarlanmıştı. Önce pedalların oraya baktı genç kadın. Sonra yavaş yavaş bütün arabayı taramaya başladı. Arka sağ koltuğun önündeki paspas parçasının sağ ön koltuğun altına giren ucunda bir şey parladı birden. Mal bulmuş mağribi gibi sevindi o anda. Ve fakat minicik bir parlak sakız kâğıdı parçasından başka bir şey değildi bulduğu. Derin bir nefes alarak doğruldu ve dikiz aynasında kendisini gördü. Arabanın iç ışığının loşluğunda gayet hoş bir genç kadın görünüyordu. Görüntüsü hoşuna gitti.
Dikiz aynasında kendini beğenirken birden buldu yüzüğünün nerede olduğunu. Tahmin etmesi zor değildi aslında. Kahveci dükkânında unutmuştu yüzüğünü. Üst kattaki kadınlar tuvaletinin yanındaki bar masasının üstünde. Ellerine krem sürmek için çıkarmıştı ve bir daha hiç takmamıştı. Olamazdı. Böyle bir dikkatsizlik yapmış olabilir miydi gerçekten? Olabilirdi çünkü aldığı ilaç dikkatini dağıtıyordu. İyi ama her işini görüyor, ayrıca son derece başarılı bir şekilde çalışmaya devam ediyorken yüzük konusunda mı tutmuştu dikkatsizliği? Olabilirdi. Şöyle bir düşündü, yine çok uzun bir zamandır dışarda bir yerlerde yüzüğünü çıkarıp krem sürmemişti. Sürdüyse de hatırlamıyordu. Açıkçası, kişisel bakımı da dahil bazı şeyleri otomatik olarak yapıyordu bir süredir ve bazı detayları beyni işlemiyordu. Sonuçta yüzüğü orada unutmuştu.
Evet, kesinlikle öyle olmuştu. Kahveci dükkânında kalmıştı yüzüğü. Hay Allah! Bu saatte gidemezdi artık, geç olmuştu. Erken açılan erken kapanan bir kahveciydi orası. Sabah işe gitmeden önce uğramaya karar verdi.
Tuhaftı ama kendini iyi hissediyordu. Evine doğru sürerken arabasının camlarını açtı, mis gibi ve aynı zamanda buz gibi havayı içine çekti. Farkında olmadan gülümsedi kendi kendine. Sanki yüzüğü kaybedince üzerindeki lanet kalkmıştı. Tabii ki böyle şeylere inanmıyordu ama bir yandan inanıyordu da. Enerjiye inanıyordu ve eşyaların da enerjileri vardı. Yüzük ona sürekli yaşadıklarını hatırlatıyor olabilirdi. Yine de sabah kahveciye uğrayacaktı.
Evine geldi, ılık bir duş aldı. Akşam duş alanlardandı o. Günün yorgunluğunu suya bırakıp uyumak hoşuna gidiyordu. Duştan sonra yüzüne nemlendirici sürdü. Dikkatlice tekrar baktı aynaya. Uzun zamandır dış görünüşüne pek aldırmayan bir kadına göre hiç de fena görünmüyordu. En çok hoşuna giden gözleri oldu. Gözlerinde parıltılar dolaşmaya başlamıştı. Gözleri parlayan ve gülümseyen her kadın güzeldir ona göre. Öbür türlü istediğin kadar makyaja batıp çıkabilirsin ve yine de soluk ve hasta gözükürsün. Çok mutlu oldu genç kadın bunları düşünürken çünkü Alacakaranlık’ın Bella’sı gibi gözükmüyordu artık. Kendine bol sütlü bir kahve yaptı ve sonrasında hemen uyudu.
Sabah oldu. Keyfi hala yerindeydi. Belki daha bile iyiydi. Kendine bol peynirli ve domatesli bir tost yaptı. Yumurta haşladı, en sevdiği gibi kayısı. Çay demledi. Siyah zeytini de ihmal etmedi. Hafta sonları bile bu kadar özenmiyordu kahvaltısına. Hoşuna gitti. Bir şeyler değişiyordu en sonunda. Hiç değişmeyecek sanmasına rağmen.
Özene bezene giydi en sevdiği elbiselerinden birini, süslü püslü takılarını taktı. Sindire sindire hazırlandı işe gitmeye. Sevimli kuşlarıyla da oynadı bir süre. Onları her fırsatta serbest bırakır, özgürce uçmalarını sağlardı. Üstüne başına kondukları zaman bol bol öptü onları. Sabahın tadı ancak bu kadar çıkarılabilirdi. Gayet keyifli bir şekilde çıktı evden ve kahvecinin yolunu tuttu.
Kahveciye girerken arabasından bilgisayarını da aldı yanına. Daha bir saat kadar vakti vardı. Kahvesini içerken epostalarına bakabilirdi. Ofise gittiğinde iş arkadaşlarıyla sohbet etmek istiyordu biraz. Böylelikle zaman kazanacaktı. Tabii önce yüzüğünü soracaktı.
Kahve siparişi verirken baristaya derdini anlattı. Akşam dükkânı kapatmadan önce yapılan temizlikte yüzük bulunmadığını söyleyen barista, genç kadını müdür bey ile de görüştürmek istedi. O sırada müdür bey dükkândan içeri girdi.
Genç kadından yaşça biraz büyük ve oldukça hoş bir adamdı müdür bey. Genç kadına çok tanıdık gelmişti bir yandan. E tabii buraya kaç kere gelmişti, mutlaka görmüştü müdür beyi. Ve fakat hiçbir zaman dikkatlice bakmamıştı. İlk defa şimdi görüyor gibiydi ve galiba karnında ufacık da olsa bir kıpırtı hissetti.
Müdür bey tatlı tatlı bakıyordu genç kadına. Kendini nerdeyse çok mutlu hissedecekti genç kadın. Yüzük falan umurunda değildi artık. Gerçi müdür bey kamera kayıtlarına bizzat bakacağını ve yüzüğü bulmak için elinden gelen her şeyi yapacağını söylemişti ama yüzük artık hiç önemli değildi.
Teşekkür ettikten sonra masasına oturdu ve bilgisayarını açtı genç kadın. İşle ilgili epostaların başlıklarını tararken iki tane iş dışı eposta gözüne çarptı. “Geçmişten Gelen” yazıyordu ikisinde de. Virüs müdür nedir diye evhamlanırken birden ne olduklarını hatırladı. Kendine eposta göndermişti tam beş sene önce. Elbette tamamen unutmuştu bunu yaptığını. Amaç da buydu zaten. Hiç ummadığın bir anda beş sene önceki kendinden bir eposta almak! Ne hoş değil mi? Ne yazmıştı kendine acaba beş sene önce? Daha fazla merak etmenin bir anlamı yoktu. Hemen açtı epostasını:
“Sevgili, Bir tanecik, Canım Ben,
İnsanın kendi kendine eposta yazması bir garip değil mi? Çılgın Ceren’in aklına uydum ama çok iyi geldi bana da açıkçası. Beş sene sonra beni neler bekliyor hiç bilmiyorum. Şu an o kadar mutluyum ki… İnsanın Ceren kadar iyi bir arkadaşı ve Cemal kadar iyi bir sevgilisi varken dertlense günah yazılır yemin ederim.
Aslında, her şey tam olarak böyle değil. Öff nasıl yazayım onu da bilmiyorum. Kimseyle dertleşemedim bu konuları. Yıllardır yediğim, içtiğim ayrı gitmeyen Ceren’i nasıl kötüleyeyim ben? Ya da ailemin bile bayıldığı, bana çok âşık sevgilim Cemal’i nasıl kötüleyeyim? Ayy belki de ben kuruyorum bu aralar… Ne bileyim işte! İnsan bazen bir şeylere takar ama birkaç gün sonra geçer ve bir daha asla hatırlamaz. Öyle bir şey de olabilir. Muhtemelen öyle bir şeydir.
Yani demek istediğim aslında şu; Cemal biraz paracı gibi geliyor bana. İlk başlarda fark etmiyordum ama bu aralar gözüme batmaya başladı. Her şeyin hesabını yapıyor, bana aldığı hediyelerin çetelesini tutuyor. Değişik işte! Benim yapmadığım ve alışık olmadığım şeyler. Çok fazla mal mülk muhabbeti dönüyor sanki bu aralar. Neyse tatlişkom, dediğim gibi muhtemelen önemli değil bu yazdıklarım. Cemal’in işle ilgili sıkıntıları var birkaç aydır. Herhalde bu yüzden garip davranıyor. Benim de biraz anlayışlı olmam lazım yani değil mi?
Ceren’e gelince… Ceren’in çok uzun zamandır mutlu bir ilişkisi olmadı maalesef. Asla onu kötülemek için söylemiyorum, sen biliyorsun beni. Sen bensin zaten. J Sanki ufak bir kıskançlık seziyorum bazen. Allah’ım ne olur affet! İnşallah kızcağızın günahına girmiyorumdur. Ama nasıl diyeyim işte bazı hareketleri beni rahatsız ediyor. Cemal ile son derece samimi hatta süper anlaşıyorlar. Derdi onunla değil yani. Ona tavır falan yapmıyor. Asla. Bana yapıyor. Beni tersliyor hiç olmadık yerlerde. Tabii insanların kötü günleri, kötü anları olur. Hepimizin olur. Belki de o anlara denk geliyorumdur. Bilemiyorum. Yalnız şunu çok iyi hatırlıyorum biz üniversitedeyken hiç böyle şeyler yapmazdı Ceren. İkimizin de hayatında kimse yokken.
Aman ne güzel yazdım, ne güzel yazdım. Beş sene sonraki kendime yazdıklarıma bak Allah aşkına! Ben de bu aralar biraz alınganım herhalde. Sen beni boşver hahaha yani kendini! Her şey yolunda ve şükredecek çok fazla şeyimiz var. İnşallah beş sene sonra da böyle hissediyor olurum. Seni seviyorum tatlişkom, kendimi çok seviyorummmmm!!
Beş sene sonra görüşmek üzere!!!!
������
Deva”
Genç kadın kendi yazdıklarını bir kez daha okudu. Derin bir nefes aldı. Kendini şöyle bir yokladı, kötü hissetmiyordu. Bazı şeyleri o zamanlarda da fark etmiş olmasına sevindi bile. Düşündüğü kadar gözlerine perde inmemiş demek ki.
Bir çocuk sesiyle düşünce bulutu puf diye dağıldı. Çok sevimli küçük bir kız çocuğu sesi geliyordu dükkânın içinden. Resmen cıvıldıyordu. Gülümsedi yine genç kadın. İçini huzur kaplamıştı. Hemen ardından “Geçmişten Gelen” başlıklı ikinci bir eposta olduğu aklına geldi. İçindeki huzur tedirgin oldu biraz. Acele etmeden açtı ikinci epostayı:
“Sevgili Deva,
Sevgilim demiyorum özellikle çünkü beş sene sonra hala sevgili olmayacağımızı gayet iyi biliyorum. Umarım bir gün beni affedecek bir sebep bulursun. Sen gerçekten iyi ve sevgi dolu bir kadınsın. Ailen de öyle. Bana hepiniz çok iyi davrandınız. Sağ olun.
Gel gör ki ben o kadar iyi bir insan değilim. Aslında iyilik, kötülük meselesi değil bence bu. Öncelik meselesi. Benim hayatımın önceliği para! Her zaman para oldu. Her zaman para olacak. İtiraf ediyorum, sana ilk yaklaşma sebebim de buydu.
Çok tatlı bir kadın olduğun için sonra senden çok hoşlandım. Hatta baya hoşlandım ne yalan söyleyeyim… Ancak, benim derdim bu değil. Şu an çok mutluyuz. Gerçekten mutluyuz. Ben de çok mutluyum çünkü senden çok hoşlanıyorum ve seninle çok iyi vakit geçiriyorum. Ve fakat bunun böyle gitmeyeceğini de biliyorum. Gün gelecek ve ben gideceğim. Ve emin ol bunu senin hayatını mahvetmemek için yapacağım. Şu an yapamıyorum, sensiz kalacak gücü bulamıyorum kendimde. Ama ilk fırsatta yapacağım. İlk fırsatta gideceğim çünkü biz birbirimize uygun değiliz. Üzgünüm. Çok üzgünüm inan bana.
Bu arada, Ceren senin gerçekten yakın bir arkadaşın değil. Çok üstü kapalı ve kibar bir şekilde seni bana kötülemeye çalışıyor. Kendi aklınca benim beynime tohumlar atıyor bir nevi. Neyse ki onun amacını anlayacak kadar çalışan bir kafam var.
Bu epostayı aldığında ben hayatında olmayacağım. Ceren’in de hayatında olacağını sanmıyorum. İçimde bir his öyle diyor. Eğer yanılıyorsam da lütfen ona dikkat et olur mu? Senin kadar içi dışı bir değil o asla. Aslında seni bana kötülemeye çalıştığı için ona bir ders vermek istiyorum ama nasıl? Siz ikiniz bu kadar yakınken nasıl olacak bilmiyorum. Bakalım, belki bir şansım olur bir gün.
Uzun lafın kısası, seni gerçekten çok önemsiyorum. Senden çok hoşlanıyorum ve seninle çok mutlu oldum. Bunlardan hiç şüphen olmasın. Yukarıda dediğim gibi umarım beni affedersin. Belki de affetmişsindir. Umarım yani.
Her şey gönlünce olsun!
Cemal”
Gözleri doldu genç kadının. Biraz önce tedirginleşen iç huzuru sakinleşti yeniden. Gözleri doldu ama acıdan değil. Yüz bin ton yük kalkmış gibi oldu omzundan, sırtından. Kuş gibi hafifti şimdi. Ve her şey tam yerindeydi, tam da olması gerektiği gibiydi.
Küçük kız çocuğu çığlık çığlığa kahkahalar atarak çıktı dükkânın bahçesine. Elinde bir şey tutuyordu. Parlayan bir şey. Genç kadının kayıp yüzüğü değil miydi o? Ta kendisi!
Müdür bey de dışarıya çıktı küçük kızın arkasından. Gülümseyerek genç kadına yaklaştı:
“Deva hanım, bu küçük ufaklık benim yeğenim olur. Sizin yüzüğünüzü bulmuş ve bu sabaha kadar kimseye söylememiş. Kusura bakmayın ne olur, çocuk işte. Ceren, yüzüğü getirebilir misin lütfen dayıcığım?”
Küçük Ceren, biraz utanarak genç kadına yaklaştı. Yüzüğü bulur bulmaz dayısına haber vermediği için özür diledi. Yüzüğü çok beğendiğini de eklemeyi unutmadı.
Deva, küçük Ceren’in yanağını sevgiyle okşadı ve dayısının tam da gözlerinin içine pırıl pırıl bakarak hiç önemli olmadığını söyledi. Yüzüğü, arkasındaki yerden küçük kızın parmağına göre ayarladıktan sonra Ceren’e dönerek devam etti:
“Cerenciğim madem yüzüğü bu kadar beğendin, lütfen sende kaldın. Benden bir hediye olarak kabul et. Ben yeterince taktım, bunda sonra da sen tak. Hem ben yüzüğümü özleyip görmek istersem, buraya gelip görebilirim. Hepimiz mutlu oluruz böylelikle, değil mi?”
Kahvesini yudumlamaya devam ederken tekrar doktora gidip ilaçlara artık ihtiyacı kalmadığını söylemesi gerektiğini düşünüyordu.
Lale Sanem Şekercioğlu