Bir aceleyle eve gelir gelmez masaya oturup yazmaya koyuldum çünkü bu kafamdakiler benimle gömülsün istemiyorum. En azından kabrimde düşüncelerim olmadan yatabileyim. Zaten beni mezarlar değil, düşünceler boğacak.
1. gün
Tarihi bilmediğim için günü belirtemiyorum. Kaldı ki bu bir acizlik değil, çünkü zaten her günüm aynı kapıya çıkıyor. Eğer bugün çarşamba ise ve ben bilmiyorsam perşembe günü olacaklar çarşambadan farksız olduğu sürece farklı farklı adlandırmanın ne anlamı var? Kafamı gereksiz bilgilerle doldurmaktan hiç hoşlanmam ben, hatta bazen işime yaramayacak bir şey duyduğumda onu hemen unutmaya çalışırım. Bu huyumla öğrendim ki neyi unutmaya çalışırsan o daha da çok aklına kazınıyor, bu yüzden artık unutmaya da çalışmıyorum. Sadece umursamıyormuş gibi davranıyorum, aslında bir bakıma beynimi kandırmaya çalışıyorum diyebiliriz. Aah hangi günde olduğunu bile bilmiyorken içinde bir yazma dürtüsü olması çok zor ama yani ben kendime karşı bile sorumlu değilim ki sana karşı nasıl sorumlu olayım aciz dürtü. Ben bu dürtüye sahip olamam, benim edebî kimliğim olamaz. Zaten o kimlik dedikleri insanın kafasını karıştıran resmî belgeden başka bir şey değil! Ben varmışım da adım da buymuş, annemin adı babamın adı buymuş, bu ülkeye ait olduğumun göstergesi vatandaş numaram buymuş! Hani, kimse beni görmüyor! Hiçbir yere ait hissetmiyorum, adımı da kendime yakıştırmıyorum zaten! Kimse varlığım konusunda beni bir belgeyle kandıramaz. Ben kendime hakaret ettiğim cümlelerin noktasıyım. İçinde bulunduğum karadelik bile beni içine çekmiyor, oradan oraya savurmuyor artık, öylece duruyorum. Aynadan kendime baktım bugün -aynadan dediysem de sigara içerken camdaki yansımamdan bahsediyorum- sanki içimin çirkinliği dışıma vurmuş gibiydi, ben de bütün suçu gözaltlarıma attım.
3.gün
Korkmuyorum
Aynı geçen günlerimden, bu monotonluk döngüsünden korkmuyorum. Eğer bir yaratan varsa ve günleri, ayları, mevsimleri döngü içinde yarattıysa döngü düzen demek değil midir? İnsan hep üzgünse aslında gayet düzenli ve yolunda giden bir hayatı olmuş olmaz mı? Eğer bir yaratan yoksa da benden hariç insanlar sürekli düzen diye bir döngü oturtmaya çabalıyorlar. Bunu ben bile biliyorum, her gün aynı bitki çayını içip her gün yoga yapıp o kendilerince mükemmel hayatlarında kendilerini kandıran insanlar yok mu? Bize hep mutlu görünmeye çalışırlar ama onlar da kendi çemberlerinde dönüp durmaktan başka bir şey yapmazlar. Çember demek ha! Ne kadar metaforik! Oysaki çember döngüden başka her şey de olabilirdi, mesela sonsuza kadar sürecek bir mutluluğu temsil eden bir yüzük ya da köleliği temsil eden bir tasma…
Bugün evimin kapısından girecekken kapıyı kilitli buldum. Kilitli kapıların arasında parmaklarım sıkıştı. Dört parmağın dördü neden birbirini tutmaz! Parmaksız el mi olur? Nasıl kaçıp gideyim? Kalan parmaklarımla yazacağım bugünümü.
Hangi kendimi bilmezlikle düzenli bir şeyler yazacağımı düşünüp 1. gün vesaire yazdım bilmiyorum. Ben hiçbir şeyi düzenli devam ettiremedim ki… İlişkilerimi, yaşama sevincimi, mutluluğumu hatta mutsuzluğumu… Yaşamayı istemeyişim bile düzenli değil, bazen birbirine sarılmış iki köpek gördüğümde yaşamak istemiyor bile olsam gülesim geliyor ve gülüyorum. Hep düşünüyorum, çok düşünüyorum… Bana ait olmayan hayatları bile öylesine dert ediniyorum ki artık başım vücuduma ağırlık yapıyor, sanki ben bir evrenim ve kafam dünya öylesine içinde bütün meseleler. Keşke kafamı bir kenara indirip gezip dolaşabilseydim. Düşünmekten ölürse insan, çok erken öleceğime eminim. Hem bu denli umursamaz olup hem de bu denli umursayan olmak karakterim hakkında şüphelerimin doğmasına yol açıyor. Kendimi sürekli düşünürken buluyorum ve aynı anda birden fazla şey öylesine yükleniyor ki beynime, acı çekiyorum. Yazıyorum, yazıyorum… Sonra yazarken de düşünüyor buluyorum kendimi, düşünmekten kurtulamıyorum, bütün bu düşüncelerin beni içine hapsedip aralarında birbirlerine atarak benimle oynadıkları bu oyun halkasından çıkamıyorum. Nasıl da eğleniyorlar, çözümsüz düşünceler benimle bir ahmakmışım bir sünepeymişim gibi… Hayatta yapmak istediğim şeyler, gelmek istediğim rütbeler, yaşamak istediğim hayat o halkanın dışından nasıl da acıyarak bakıyor bana; gözünün önünde önce annesini sonra kendini öldürmüş bir babanın çocuğuymuşum gibi. Cehennemi mezara su dökerek söndürebileceğini sanan bir zalimin mezar ziyaretçisiymişim gibi… İşte düşüncelerinin esiri olmuş insan bu kadar acınası ve müşküldür. Beni iyi edebilecek şeylerden sürekli şüpheliyim, gelecekler mi bilmiyorum ama kötülükler… İşte, onlardan her zaman eminim ve orda beni beklediklerini biliyorum. Kendi çizmediğim bir yolda nelerle karşılaşabileceğimi bilmek onları değiştirmek için yeterli midir? Zaten kötü olacağını bile bile bir hayatı yaşarsam belki de iyi olur muyum? Umman’ın bile şüpheli hâli bu. Şüphe, şüphe, şüphe… Şüphe umudumu, tıpkı bir mum ışığına benzetti, bir lamba kadar aydınlık değil ama aydınlık ne zaman biteceği belli değil. Şimdilik işimi görüyor işte ama her an bitebilir, ona güvenerek hiçbir işe koyulamam, hemen bitmesin diye bazen söndürmem gerekiyor fakat ihtiyacım olduğu zaman yakmak istediğimde bir rüzgâr yüzünden hemen yanmayabilir. Sanırım benim mumum çok küçüldü ve bulunduğum yer hep fırtınalı.
Dünden sonraki gün
Yarınlar bu kadar umutsuzken sadece gözümü kapatıp açtığım zamanlara hâlâ isim verebilirim; pazartesi, Salı, çarşamba… Bu süslü, romanımsı cümleler hep uyumadan önce gelir aklıma benim. Zaten ne ben şairim ne de ilham perimi öldüremedim. Uyumayı kendimiz seçeriz de uyumamak için çok mu seçeneklerimiz? Bir yokuşu tırmanıp tırmanıp en tepeye varamadan, durup bir soluklanamadan, ooh çekemeden daha başladığım yere düşüyorum. Tırmanmayı sevmeye çalışıyorum; ulaşacağım tepeyi düşününce seviyorum, seviyorum da benim tırmanmayı değil, düşmeyi sevmem lazım… Anlıyorum. Yorulurken, çabalarken hep durup düşünemem ki düşmemi; karşı gelemem, suçlayamam, tırmanmayı bırakamam. Kendimi tanımak bulmak için günlük tutuyordum ama her seferinde düşmeyi düşünürken buluyorum beni. Mutluluklar bu kadar yüzeyselken mutsuzluklar neden bu denli derin? Ben mutsuzluğu seviyor muyum, yoksa mutsuzluk her zaman benim bir omzumda olduğundan onu benimsedim mi bilmiyorum. Gülüyorum kendi kendime, mutsuzluğa da mı üzülüyorum… Evimizin bir penceresi var, çok sert kapanıp açılıyor hatta kapalı durabilmesi için bir çivi gerekiyor ama aynı zamanda bu pencere gür yapraklı ağacımıza açılıp içeriye mis gibi hava veriyor. Açılırken herkesi rahatsız ediyor, kapanırken zar zor her an eline batabilecek paslı çivisiyle kapanıyor ama ve işte ama, gökyüzüne bakmama yardım ediyor. Bu pencere bana herkesin mükemmel olamayacağını anlattı.
Derin bir mutsuzluğun içindeyken bile içimi ısıtan bir çocuk fotoğrafı için;
Bu ‘gün’
Ben bugün bir manzara karşısında donup kalmak istedim. Nefes dahi almamak, gözlerimi bile kırpmamak ömrümün sonuna kadar gözbebeklerimde bu görüntüyle, bütün gürültülerden arınmış hâlde yaşlanmak istedim. Bu manzara bir gülüş fakat bir gülüş denilemeyecek kadar da bir manzaraydı. Manzaraları bilirsiniz, tanrıya inandırırlar.
İçimi ısıtan şeyler beni en çok yaralayan şeylermiş öğrendim. Yazsam da bunu neye yarar? Ama herkes bilmeliydi bunu anlamalıydı beni şimdi gördüğünüz koca bir adamla onun bir çocukluk resmi aynı olmuyor ki! Çok çabuk kanıyorum masumiyete lakin masumiyeti, annesi ölü doğurmuştur. Yazmam gerekti.
1. gün
Tarihi bilmediğim için günü belirtemiyorum kaldı ki bu bir acizlik değil, çünkü zaten her günüm aynı kapıya çıkıyor eğer bugün çarşamba ise ve ben bilmiyorsam perşembe günü olacaklar çarşambadan farksız olduğu sürece farklı farklı adlandırmanın ne anlamı var? Kendimi ararken kendime geldim durdum, kendimi ararken kendimden vazgeçtim durdum, kendimi ararken kendimi kandırdım durdum, kendimi ararken kendimi kötüledim durdum, kendimi ararken sizi övdüm durdum. Her durduğum yere bir kurdele bağladım, böylesine bir labirentte kaybolmaktan korkarak. Kendimin labirentinde kendime yol çizmeye çalıştım. Hep aynı kurdeleleri bağladım ama hiç aynı yerde iki kurdele bulamadım. Bazı pişmanlıklarımın, üzüntülerimin, mutluluklarımın kurdelesini her seferinde bağladım bağladım, farklı olsun diye düğüm düğüm bağladım ama hiç kendimde bulamadım. Sonra bir gün ben, yatağımda uzanırken düşünsem mi uyusam mı diye seçmenin bana ait olduğunu sanarak aslında kendimi bunu bile düşünüyor bulurken tavanda labirentimi gördüm. Benim labirentim köşesiz dünya. Herkese ev ama kimseye yuva olmayan. Kalktım yine yazmaya koyuldum, kafamdakileri dökmesem sanki beni kemirip tüketecek gibi. Günlerce kendimi aradım durdum ama baktım yine en başa dönmüşüm çünkü benim hiç kendi çemberim, labirentim olmamış aslında. Öylesine dönmüşüm ki herkesin etrafında kendimi bulup sevdirme umuduyla, avuntusuyla onu kendi çemberim sanmışım ama hep kaybolmuşum. Umut böyle bir şeydir işte, mesela kapıdan bir şeyin geçtiğini sandığınızda o korkuyla kalmamak için hemen o düşünceyi kafanızdan savuşturur, hayatınıza devam edersiniz ya ama o şüphe içinizde gitmez hiç, işte umut öyle kendini gösterir sonrada hayalvari bir şey bile olsa peşinizi bırakmaz hiç. Ben kapımın önünden geçen bir şey gördüm, o şey bana ait değildi, korkmadım da ama onunla yüzleşmek istedim. Kafamdan silip hayatıma devam etmedim, peşinden gittim, hep peşinden gittim. Fakat şimdi anlıyorum, bazen bazı şeyleri kafamdan silip hayatıma devam etmem gerektiğini çünkü bu korku, bu şüphe artık hiç peşimi bırakmayacak. Kendimin ücrasında öylesine sıkışmışım ki sanrılara kapılıp onların peşinden giderken kendimi orda öylece unutmuşum. Kendimi nerede unuttuğumu bile bilmiyorum; yerim, yurdum neresiydi, nerede huzurlu hissederdim? Bakmak için oralara gideceğim, ama bilmiyorum. Kim elini uzatsa bulup çıkartır ki beni artık? Kendimi oraya ben sıkıştırdım. Sevilmek için etrafında dönüp durduğum bütün çemberler birer ip olup beni bağlamış. Ben yine de koşmuşum koşmuşum, umudun elleri bağlanamaz ya… Ama şimdi ben umudun da kafamda olduğunu fark ettim, kalbimde olduğunu fark ettim ve artık koşamıyorum. Etrafıma halka halka sarılmış düğümlerle bağlandım. Ben, artık koşamıyorum.