Ben yazar olmak istedim. Yazar olarak edebiyatın bütün mevsimlerini yazdıklarıma koymak istedim. Bu öyle kolay olmadı. Edebiyatı öğrenmek ve öğrendiğimi yazılarımın arasına sokabilmek için bütün yazarları seferber etmiştim. Büyük yazarlar da yeni aklım ve yeni gözlerim olmuştu. Aklın akılla sefer birliğiydi. Hiçte garip değildi, benim için parıldayan gözler, benimle beraber başkaları için de parıldayacaktı. Beni aydınlatanlar, elimde başkaları için de esrarlı birer meşale olabilecekti. Bana ışık saçarken, ben de başkalarını bu ışıktan mahrum bırakmıyor olacaktım. Güneşi kaybolmayan günler artık benim için birbirini kovalamaya başlıyordu. Ben artık yazı yazarken, edebiyatın içinde idim. Artık yazarların arasına çıkabiliyor ve yazılarımla gönlümün okşanmasını bekliyordum. Yazılarım bir parçaydı ve bütüne eklenmeyi bekliyordu. Her yazar gibi yazılarımın okuyucusu tarafından iftiharını ve memnuniyetini görmek istiyordum. Okuyucumu gözümle ve gönlümle görmek istiyordum. Nihayet ben de bir insandım. Etten ve kemikten yaratılmış ama bu et ve kemik tüm duygularla süslenmek istiyordu. Bütün duygularımla kendi etimi ve kendi kemiğimi süslemek… Ve bu vücut her sembol gibi düşüncelerini sadece kendisinin gördüğü bir ışık değil, başkalarına da göstermek istiyordu. Göstermek için şuuraltının mağaralarına pervasızca dalmak artık benim görevim oluyordu. Yiğit ve dürüst her aydın gibi gözümü kırpmadan bu görevi üstlendim. Ne kapitalizm, ne de sosyalizm kapalı kalmamalıdır derken, dinleri de eklemiştim. Aksi bir düşünce, aksi bir fikir, aksi bir ideal hayatımda yer alamazdı zaten. Açıkçası bütün ilimlerin pasaportunu cebimde taşıyordum artık. İlimlerin pasaportuyla hayatımın arenasında bilinmeyenleri öğrenmek için sağa sola ve dost meclislerine daldım. Daldığım kapılarda eli mızraklı nöbetçilere rağmen dalmıştım. Düşünce fenerimi aydınlatmak için hırsızların fenerini elime almıştım. Ben Herkül değildim ama inanç ve sahip olduğum felsefe beni cesaretlendiriyordu. Cesaretime rağmen daha kapıda iken, bana münasip görülen yer kapının dış kısmı oluyordu. Ben de dışarıda da olsam kapının gerisinde kalanların yüzlerine karşı kızgınlığımı ihmal etmiyordum. Onlara benzemediğimi ve yanlışlıklarını bütün saldırılarına rağmen cesaretle haykırdım. Bahis konusu olan bir ayaklanma, bir başkaldırı, bir isyandı elbette. İsyankar idim ama kötü niyetli değildim. Olmaz dediğim haksızlıkları açıktan açığa yüzlerine haykırırken, hiçbir zaman adalet terazisini kalbimin derinliklerinden söküp atamıyordum. Öne çıkmayı, ya da şan şöhret mefhumunu hatırımdan bile geçirmemiştim. Sadece kalabalıklara hiçbir yerde şerefimi teslim etmek istemiyordum. Benim derdim kalabalıkların çobansız rahat etmeyen kaz sürüleriydi. Böyle kalabalıklar hep başkasının putuna rıza gösterirken, iki ayaküstüne dikleşmeye rıza göstermiyorlardı. Kabullenmediğim; yerde sürünenler ve dört ayaklı olanlar oluyordu. Benim derdim çizme yalayanlar ki onlar da tüm hakaretlere ve tüm zilletlere kendilerini alıştırmışlardı. Arkasına takıldıkları ne yazık ki hep habisler ve yılışık olan beş para etmeyenlerdi. Beni kahreden de bu oluyordu. Peşindekileri sürükleyenler hangi hakla bulunduğu mevkide imtiyazıyla yer alıyordu ki? Ama lider bile olmayı hak etmediği halde imtiyazıyla adeta tanrılaştırılıyordu. Zaten imtiyazlı karşısında kaz sürüleri düşünmek zahmetine hiçbir gün ihtiyaç duymazdı. Taptığı lider için… Hep o der ki denmesi beni çıldırtıyordu adeta. Çıldırıyordum çünkü safsatalarla kendilerini doyuruyorlardı. Safsatalarla doyuranların baş mimarları sofra artıklarıyla beslenenler… Zilletlerle kendilerini doyuranlar tabi ki tasma takılanlar oluyordu. Elbette her gerçeği ve adaleti hayal eden benim için yaptıkları her şey ıstırap oluyordu.