Ayşe CAN 1983 yılında Merzifon’da doğdu. 2006 yılında Samsun On dokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nden mezun oldu. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Kimya Bölümü’nde Tezsiz Yüksek Lisansını tamamladı. Yaklaşık 15 yıl boyunca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı kuruluşlarda destek ihtiyacı olan çocuklarla çalıştı. Kimya öğretmeni olarak görev yapmaya devam etmekte. 2025 yılı mayıs ayında, “Hızlı Koşanlar Kasabası” ve “Benim Adım Cesur” adlı iki kitabı Kasım 2025’te de “Dedem ve Ben” isimli 3. Kitabı yayımlandı. Aynı zamanda Merzifon Bilgi Gazetesi’nde “Hikâye Bahçesi” adlı köşede düzenli olarak yazılar kaleme almakta. İlk yayın deneyimini, 2025 yılında ‘23 Nisan Dergisi’nin özel sayısında yayımlanan “Egemenlik Ormanı” adlı öyküsüyle yaşadı. Derin Kalem Dergisi’nin 2., 3. Ve 4. sayılarında, Maya Dergisi’nin 5. sayısında ve 2025 yılı ağustos ayı itibariyle de www.edebistan.com ve www.kitaphaber.com.tr sitelerinde çeşitli deneme/incelme yazıları yayınlanmaktadır. İlk basılı yayın deneyimini ise Kirpi Edebiyat ve Düşün Dergisi’nin 19. Sayısında (Eylül-Aralık 2025) “Kemal Sunal ve Anti-Kahramanlık” isimli yazısı ile yaşamıştır. İletişim bilgileri: E-posta: aysecan1983@gmail.com Sosyal Medya: @biraz_ayse (Ayşe Can) Köşe Yazıları: Merzifon Bilgi Gazetesi (https://www.merzifonbilgigazetesi.com/kose-yazari/ayse-can/) Blog: https://birazayse.blogspot.com
Okumanın Büyüsü: Kâğıttan Kanatlar ve Söylenmemiş Sözler
Hayat, bizi genellikle tek bir role, tek bir zaman dilimine ve ne yazık ki, tek bir bedenin sınırlarına hapseder. Bu dar alanda soluklanırken, içimizdeki o bitmek bilmeyen merak ve macera arzusu sessizce çürümeye yüz tutabilir. Ancak bu kısıtlılığın en zarif panzehiri her zaman mevcuttur: Okumak.
Benim için okumak, kendimi süper kahraman gibi hissettiriyor. Bu sadece bir kaçış değil, anlık bir kimlik değiştirme gücüdür. Kitap elimde açıldığında, dünyanın bilinen fizik kuralları askıya alınır. Tek bir mısra ile zaman makinelerine meydan okur, tek bir satır ile kâinatın erinliklerine süzülürüm. Başka nerede bir eşekle konuşabilirim, mesela? Ya da ne zaman uzayda, yıldızların arasında bir yolculuğa çıkabilirim? Bu, sadece hayal gücünün bir oyunu değil, bilincin zincirlerinden kurtulmasıdır.
Okur, bir kitaptan diğerine atlarken, yalnızca bilgi edinmekle kalmaz. O, farklı kültürlerin, farklı yüzyılların ve farklı evrenlerin kostümlerini giyebilen, sınırsız bir varlığa dönüşür. Bu anlık süper güç, bize sadece macera vaat etmekle kalmaz, aynı zamanda empati yeteneğimizi de keskinleştirir. Başkalarının gözünden dünyayı görmek, kahramanlığın en temel tanımıdır. Fakat okuma eyleminin sunduğu bu sınırsız keşif, bir noktada birikip taşmaya başlar. İşte tam bu noktada, o gizemli sürecin diğer yarısı, yani yazmak devreye irer.
Yazmak ise benim için konuşmak, anlatmak demektir. Okurken içime çektiğim tüm o sesleri, tüm o maceraları ve tüm o hissedilenleri dışarıya salma eylemidir. Yazı, söyleyemediklerimi söyleyebilmek için bulduğum en güvenli sahnedir. Günlük hayatın getirdiği çekinceler, toplumsal filtreler ve yanlış anlaşılma korkusu, konuşma dilinde boğazıma düğümlenen her şeyi, kâğıt üzerinde serbest bırakır.
Yazarken, dürüstlük maskesizdir. Orada, en derin korkularımı, en coşkulu sevinçlerimi ve en karmaşık düşüncelerimi yargılanma endişesi olmadan düzenleyebilirim. Yazı, ruhumun kelimelerle inşa ettiği bir tür kişisel anıt, bir itiraf odasıdır. Bir nehrin denize kavuşması gibi, okuyarak dolan iç dünyam, yazarak kendini ifade etme ihtiyacıyla dışa akar.
Benim için okumak ve yazmak, birbirini tamamlayan iki kanattır. Okumak beni uçurur, bana gitmek istediğim yerleri gösterir; yazmak ise, o yolculuktan dönerken yanımda getirdiklerimi, yani bizzat kendimi, başkalarına anlatmamı sağlar. Bu döngü, beni sürekli olarak hem süper kahraman hem de kendi hayatımın en dürüst anlatıcısı yapar.