Doldurulmuştu kum saatimiz dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren ve çevirmişlerdi artık, geri sayım başlamıştı işte!
Kendi kendimizi idare etmeyi öğrenene kadar beslendik, büyütüldük ya ebeveynlerimiz, ya da sorumlu birileri tarafından. O zamana kadar her şey daha kolaydı belki de. Asıl iş, akıl başa gelince başlıyordu. Sorumluluklar, zorunluluklar, hayat yükü denen şeyler ilk eğitim sürecinde kendini göstermeye başlasa da, onlar da en kolay ve en zevklisiydi bana göre.
Sonra öyle zamanlar bekliyordu ki bizleri, okuldaki sınavlar onların yanında zemzem suyu ile yıkanmış sayılırdı. Meslek sahibi olana kadar hiç anlamadık, anlayamadık gençliğin nasılda uçup gittiğini. Çalışma hayatının gölgesinde kalmış kişiliklerimizle koşturup durduk oradan oraya. Kum saati akmaya devam ediyordu hiç durmadan, biz farkında olamasak bile. Yarın ne olacağını bilmeden, aylar sonrası için planlar yapmaya cahil cesaretlerimiz vardı bizim.
Ölüm aklımızın ucundan geçmediği gibi, sağlık problemleri yaşayabileceğimizin de üzerinde durmadık çoğu zaman. Hayat denen şey, her bir hücremizden ayrı ayrı tutup yakalıyor, bazen duvara toslatıyor, bazen havalara uçuruyordu bizi. Işığın peşine düşen pervaneler gibi, mutluluk peşinde koşan insanlar oluvermiştik bir çırpıda, yanı başımızdaki mutlulukları göremeden. Anı yaşamayı unutuvermiş, uzaktaki mutlulukları arar olmuştuk koca evrende.
Yolu yarılayınca geriye dönüp baksan ne fayda? On sekiz yaşına kadar hiç geçmeyen zaman, kırkına geldiğinde saçına akları çoktan düşürmüş, yüzüne derin yaşanmışlık çizgilerini bile atmıştı bir heykeltraş edasıyla. Meşgul çalan telefonlar gibi, aransak da cevap veremiyorduk kum saatine. Her bir kum tanesi, ömrümüzden dökülen bir hücreydi sanki.
Hele bir de evlenip çoluk çocuğa karışınca, hiç kimsenin kendi benliğine ayıracak hali kalmıyordu. Bu muydu aslolan? Dünyaya geliş amacımız neydi? Sorgulamayı daha ne kadar erteleyebilirdik, kum saatinde taneler hızla akıp giderken. Bir anlamı olmalıydı tüm bunların. Amansız bir koşturmacanın içinde oradan oraya savrulmak değildi hayat denen şey. Öğretilmiş umarsızlıklara bağlanıp, baharın kokusunu, sonbaharın tüm renklerini, kışın sıcacık yuvamızda tarhana çorbasının tadını anlayamadığımız, türlü çeşit yemeklerle bezenmiş sofralara oturup, ruhumuzu doyurmadan kalkmak, olmamalıydı yaşamak.
Oysa ki, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, Yaradana kul olabilmenin, “hiç” olabilmenin özünü kavrayabilmiş olsaydık yine akar giderdi zaman, yine biterdi kum taneleri bunu engelleyemezdik ama ruhumuzu dört bir yandan bir mengenenin arasında da hissetmezdik en azından.
Anlatmak istediklerime Şeyh Edebali’nin şu dizeleri tercüman olurdu herhalde;
Dünya bir garip han, bir hoyrat mekan,
İnsan bir garip varlık kabına sığmayan.
Hayat bir yudum su, bir anlık rüya,
Ömür bir kısa yol tekrarı olmayan….
Seçkin Eroler Avcı
08.04.2022