Biz çocukluğumuzda saygı, sevgi hâk, hukuk, adalet gibi büyük değer kavramlarıyla yetiştirildik.
Söze ne hacet, büyüklerimizin kaş göz işaretlerinden anlardık nasıl davranmamız gerektiğini.
Büyüklerimiz bizim oturduğumuz odaya geldiğinde ayağa kalkar, yayılıp oturmazdık oturduğumuz yerde. Misafiri güler yüzle kapıda karşılar, o içeri girerken ayakkabılarını çevirirdik giderken kolayca giyebilsin diye. Oturacağı yeri gösterir el öperdik, bizden büyükse. Yemeğe büyüklerimizden önce başlamaz, her lafa maydanoz olmazdık sofrada. Yemek bitince mutlaka annemize “eline sağlık” der, Allah olmayanlara versin diye dua ederdik.
Bu kavramlar okul çağlarında sevgili öğretmenlerimizden öğrendiklerimizle katlanarak gelişti. Okulda arkadaşlarımızla iyi geçindik hep. Anlaşmazlığa düştüğümüz zaman bile kavga nedir bilmedik.
Çocukken bir çiçeği, bir yaprağı, bir karıncayı incitmeyen bizler büyüyünce de kimsenin malına, mülküne, namusuna değil göz koymak, özenmedik bile.
Kendi şartlarımız neyi gerektiriyorsa neye yetiyorsa onunla yetinmeyi bildik şükrettik. Hâlâ da öyle yaşıyoruz.
Bize göre bir otobüsün camına, koltuğuna zarar vermek babalarımızın emeklerini çöpe atmamız demekti. Çünkü devlet malı bizim geleceğimiz demekti. O, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” diyen “atasözü” ne de hiç itibar etmedik.
Şimdi, toplum olarak, nasıl ve ne zaman bu hale geldiğimizi bilmediğim çağdan ve bu çağın bir parçası olmaktan kendi adıma utanıyorum.
Ahmed Arif’in dediği gibi;
“Çiçek gibi insanların kalbini kırdınız. Bahçeleriniz bahar görmesin”…
SEÇKİN EROLER AVCI
21.02.2022