Halide Halid
Senden ayrıldığım günden açılacak sabahlardan korkar oldum…
Bazen bana öyle geliyor ki, dünyanın sessizliği omuzlarıma çökmüş.
Sanki varlığım, Heidegger’in dediği gibi, bir “fırlatılmışlık” hâlinde; sabahın ışığıyla birlikte yeniden dünyaya fırlatılıyorum, ama ait olduğum yer senin yanınken, bir türlü oraya varamıyorum.
Her sabah doğan güneş, benden bir parça alıyor- seni, izini, nefesini…
Gözlerim yollardan çekilmiyor…
O yollar çok uzun, ama bu yolların sana çıkan bir sonu yok.
Seni benden aldığı için her taşına, her kıvrımına kırgınım.
Kırgın olduğum bu yollar beni yıllardır sürüklüyor, ama beni sana götürmüyor, seni de bana geri getirmiyor…
Zaman ilerledikçe, ben geriye çekiliyorum; sanki zamanın akışı beni senden uzaklaştırmak için ayarlanmış.
Sensizlik bende acıya dönüşüyor, akmıyor…Birikiyor.
Sen içimde sönmeyen bir ateşsin. Ben yanıyorum; sen uzaklarda, bu yankıyı hissetmiyorsun.
Ben kendi içimde eksik, tamamlanmamış bir hakikat gibiyim; her sessizlikte biraz daha çoğalan, her kalabalıkta biraz daha eksilen.
Suya hasret bir çiçek gibi sana hasretim; hasretin içimde, sustura bilmediğim bir haykırtıya dönüşmüş.
Senden uzaklaştıkça kendime yabancılaşıyorum; ruhumun kendi evinde bile misafir gibi dolaşıyorum.
Karşımdaki aynalar bile sanki artık bana kendi yüzümü göstermiyor.
Ruhumun yarısı senin yanında, ben yarım ruhla yaşamaya çalışıyorum; varlığının yokluğu içimde derin bir boşluk bırakıyor.”
Varoluşum, senden ayrıldığım noktada ikiye bölünür; biri yaşayan, biri bekleyen.
Gündüz bitiyor, yerini gece alıyor; karanlık çöktükçe içimdeki sessizlik daha da derinleşiyor.
Geceler, seni bana geri getiren tek mucize. Rüyalarıma geliyorsun, öyle yakın oluyorsun ki, nefesini bile hissedebiliyorum; ama sabah olunca, yokluğun yüzüme bir tokat gibi çarpıyor.
Ben açılacak sabahlardan korkuyorum. Çünkü sabah açıldığında güneş seni benden alıyor, rüyalarımdan koparıyor. Bana ise sensiz bir sabah bırakıyor. Bana yalnızca sende kalmış yanımın acısı kalıyor.
Yine her sabah seni arıyorum kalabalıkların arasında, yine gözlerim gittiğin yollarda kala kalıyor.
Yine her sabah seni kalabalıkların arasında arıyorum; gözlerim gittiğin yollara dalıyor, içim ise her gün biraz daha sensizliğe mecbur bırakılıyor.
Yine her sabah seni haykırıyorum, ama yüzünü bana dönen kimse sen olmuyor; sen benden gideli, her şey sanki tanımadığım bir hal almış.
Bazen kendimi kaybediyorum, bazen umudumu. Bazen gözyaşım gözlerimde donuyor…
Ama yine de seni beklemekten, seni özlemekten vazgeçmiyorum.
Hasretin ölüm kadar ağır, umudun ise ömür gibi tatlı. Yaşamımı bu ikisinin üzerinde kuruyormuşum gibi hissediyorum kendimi.
Seni özlemek içimde taşıdığım bir yük; her nefeste kendini hatırlatan bir sızı; varlığım bile bu eksikliğin etrafında şekilleniyor artık…
Ama seni yeniden görebilme ihtimali içime ışık serpiyor; karanlığın içinde yönümü bulmamı sağlayan tek kıvılcım o.
Belki de seni unutmamı engelleyen, bu iki duygunun birlikte var olması; ne vazgeçmeme izin veriyor, ne de tamamen düşmeme.
Bu iki duygu birbirine zıt görünse de, ben ikisine birden tutunuyorum: Biri beni tüketiyor, diğeri beni yaşatıyor…
Ve belki de seni unutmamı engelleyen, tam olarak bu ikisinin birlikte var olması.
Her sabah bir kez daha anlıyorum, senin hayalin beni ruhen yaşatan, hasretinse beni içten içe öldüren bir güçtür…
Ben açılacak sabahlardan bu yüzden çok korkuyorum…