
Cengizhan Gökgöz
Sabahın erken saatlerinde Altındağ Karakolu’nun demir kapısı ağır bir gıcırtıyla açıldı. Hilal, adımlarını yere sağlam basarak içeri girdi. Üniforması yeni ütülenmişti, ama gözlerindeki kararlılık çok daha eskiydi. Bugün onun ilk günüydü. Komiser Hilal. Bu unvanı taşıyan ilk kadın, belki de son olmayacaktı. Ama şimdilik, yalnızdı.
Koridorda yürürken gözler üzerinde gezindi. Bazıları meraklı, bazıları kuşkulu. Fısıltılar kulaklarına kadar geliyordu:
“Kadın komiser mi? Zor iş…”
“İki gün dayanamaz…”
Hilal bunları duydu. Ama duymamış gibi yaptı. Küskünlük onun tarzı değildi. O, cevabını sessizlikle değil, eylemle vermeye kararlıydı.
Kendi odasına yöneldi. Kapıyı açtığında içerideki sade masa, boş duvarlar ve tek sandalye ona yeni bir başlangıcın sessizliğini sundu. Tam oturacakken kapı aralandı. Amir Ege içeri girdi. Gözlerinde yılların yorgunluğu, ama sesinde hâlâ bir kıvılcım vardı.
“Günaydın Hilal,” dedi.
“Günaydın amirim,” diye yanıtladı Hilal, dik bir duruşla.
Ege, masanın kenarına yaslandı. “Bugün komiserlikte ilk günün. Bu iş zordur. Yapabileceğine emin misin?”
Hilal gözlerini kaçırmadı. “Hiçbir kuşkunuz olmasın amirim. Ben işimi en iyi şekilde yapacağım.”
Ege başını hafifçe salladı. “Bunu hem bana hem de iş arkadaşlarına kanıtlamak senin elinde. Aksi takdirde bu algıcı bakışlara hep maruz kalmak zorunda kalacaksın. Sonuçta kadın olman… Üstelik böylesine zor bir işte kadın olmak daha da zor.”
Bu sözler Hilal’in içinde bir kıvılcım çaktı. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik, onun çocukluğundan beri tanıdığı bir gölgeydi. Ama o gölgenin gerçek olmadığını biliyordu. İnsanların zihinlerinde büyüttüğü bir tabuydu sadece. Hilal, kendi kendine sessizce bir söz
verdi:
“Bu tabuyu yıkacağım. Elimden gelenin değil, elimden gelenin fazlasını yapacağım.”
“Biliyorum amirim,” dedi yüksek sesle.
Ege gülümsedi. “Madem öyle, benden sana ilk görevin gelsin.”
“Tabii, sizi dinliyorum,” dedi Hilal.
Ege ciddileşti. “Bugün erken saatlerde bir adam Ankara’nın turistik yerlerine bomba koyarken yakalandı. Şu ana kadar kurduğu bombaları arkadaşlarımız buldu. Ama başka var mı bilmiyoruz. Bunu öğrenmek senin görevin. Adam şu anda sorgu odasında. Onu sorgulayacaksın. Eğer başka bomba varsa, bulup yok edeceksin. Burada insanların hayatları söz konusu.”
Hilal’in gözleri karardı ama sesi netti: “Emredersiniz amirim.”
Kapıyı açtı ve sorgu odasına doğru yürümeye başladı. Koridor artık sessizdi. Fısıltılar durmuştu. Çünkü Hilal yürüyordu. Ve yürüdüğü yerde artık sadece adımlarının sesi vardı.
Sorgu odasının kapısı ağır bir sesle açıldı. Hilal, dimdik duruşuyla içeri girdi. Gözleri kararlı, adımları ölçülüydü. Odanın ortasında, iki büklüm oturan adam başını kaldırdı. Gözleri Hilal’e iliştiğinde, dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. Ardından kahkaha attı. Sessizliği delen bu gülüş, Hilal’in sabrını zorladı.
Hilal, masaya sertçe vurdu. Ses odada yankılandı.
“Hapishaneye girmeden önceki son gülüşlerinin tadını çıkar,” dedi, sesi keskin ve netti.
Adam gülmeyi sürdürdü. “Gülmenin sebebi sensin. Komiser beni sorgulayacak denildiğinde korkmuştum. Ama şimdi seni görünce korkulacak bir şey olmadığını anladım.”
Bu sözler Hilal’in içindeki öfkeyi ateşledi. Bir anda adamın yanına yürüdü, yakasından tuttuğu gibi duvara yapıştırdı. Gözleri adamınkine kilitlenmişti.
“Anlaşılan seninle anladığın dilden konuşacağız,” dedi, sesi buz gibiydi.
Adam afalladı. Gözleri büyüdü, dudakları titredi. Hilal’in gücü karşısında ne yapacağını bilemedi. Sadece bakakaldı.
“Eğer sana daha beterlerini yapmamı istemiyorsan, şimdi benim sorduğum sorulara doğru cevap vereceksin,” dedi Hilal ve adamın yakasını bıraktı.
Adam sessizce sandalyesine geri oturdu. Hilal, masanın karşısına geçti. Dosyasını açmadan, gözlerini adamın gözlerine dikti.
“Seni bomba koyarken suçüstü yakalamışlar. Arkadaşlarım senin kurduğun dört bombayı imha etti. Şimdi söyle bana, kurduğun başka bir bomba var mı?”
Adam başını yana eğdi. “Bunun bana faydası ne olacak?”
Hilal yumruklarını sıktı. “Göz altı morluğun olmasını önleyeceksin.”
Adam, ceketinin iç cebinden sekiz küçük kâğıt parçası çıkardı. Masanın üzerine koydu. Hilal kaşlarını çattı.
“Bunlar da ne?” diye sordu.
Adam gözlerini kaçırmadan cevapladı. “Şifre.”
Meriç, sabrının sınırında geziniyordu. “Beni uğraştırma. Böyle şifreyle falan uğraşacak vaktim yok benim.”
Adam alaycı bir gülüş attı. “Sen kendini geleceğin kahramanı gibi görüyorsun değil mi? Ama şunu unutma: Geçmişini bilmeyen, geleceğin kahramanı olamaz.”
Bu söz Hilal’in zihninde yankılandı. Elini saçlarının arasından geçirerek derin bir nefes aldı.
“Madem beni uğraştıracaksın, o halde seni olay çözülene kadar güzel nezarethanemizde ağırlayalım,” dedi.
Masadaki sekiz kâğıt parçasını topladı. Gözlerini son kez adama dikti. Ardından sorgu odasından çıktı. Koridorda yürürken, elindeki şifreler parmaklarının arasında kıvrılıyordu.
Hilal odasına döndüğünde, kapıyı sessizce kapattı. Derin bir nefes aldı, sandalyesine oturdu. Elindeki sekiz kâğıt parçasını masaya serdi. Her birinin arkasında bir harf vardı: G, A, U, T, U, S, U ve S. Harfleri sırasızca dizdi, gözleriyle anlam aradı.
“UGATUSUS falan mı? Ne bu harflerin anlamı ya?” diye mırıldandı.
Belki de bu sadece bir dikkat dağıtma oyunuydu. Ama elindeki tek ipucu buydu. Hilal harflerle biraz daha oynadı. Sonunda bir kelime belirdi: AUGUSTUS.
Bu kelime ona yabancı değildi. Tanıdık ama açıklanamaz bir yakınlık hissi uyandırdı. O anda sorgu odasındaki adamın sözleri zihninde yankılandı:
“Geçmişini bilmeyen, geleceğin kahramanı olamaz.”
Hilal hemen bilgisayarını açtı. “AUGUSTUS” kelimesini arattı. Gözleri ekrana kilitlendi. Sonuçlar karşısında donakaldı. Augustus, Roma’da Sebestion olarak bilinen tapınağın bugünkü adıydı. Bu, bir tesadüf olamazdı. Demek ki diğer bomba oradaydı.
Hiç vakit kaybetmeden ekibini çağırdı. “Augustus tapınağına gidiyoruz,” dedi. Ekip arkadaşları şaşkındı. “Ortada kesin bir şey yok,” dediler. Ama Hilal’in kararlılığı tartışılmazdı. Komiserleri ne derse o olurdu.
Oraya vardıklarında, Hilal bomba imha uzmanıyla birlikte tarihi bir yapıya girdi. Sessizlik içinde ilerlediler. Kısa bir araştırmanın ardından bir kutu buldular. Uzman dikkatle kutuyu inceledi. Sonra Hilal’e döndü:
“Bu kutunun içinde bomba yok. Sadece bir not var.”
Hilal kaşlarını çattı. “Not mu?” diyerek kutuya yaklaştı. Notu eline aldı. El yazısıyla yazılmıştı:
“İlk görevinizi başarılı bir şekilde yerine getirdiniz Hilal Hanım. Sizi başarınızdan dolayı tebrik ederiz.”
Tam o anda dışarıdan alkış sesleri yükseldi. Hilal hızla dışarı çıktı. Karşısında ekip arkadaşları, amiri Ege ve sorguladığı adam duruyordu. Hepsi gülümsüyordu.
“Neler oluyor burada?” diye sordu Hilal, şaşkınlıkla.
Ege öne çıktı. “Bizim karakol biraz çetindir. Sizin nasıl bir komiser olduğunuzu
gözlemlemem gerekiyordu. Bu yüzden böyle bir plan organize ettim.”
“Yani bu bombalar, bu adam… Hepsi bir planın parçası mıydı?”
Ege başını salladı. “Evet. Zekânızı ve kararlılığınızı ölçmek istedim. Ve şundan emin oldum ki, bir kadın olarak bu kadar başarılı olmanız beni gururlandırdı. Augustua… Zamanında Sebastion olarak da gecen bu yer, Roma’nın tarihi açısından çok önemli. Ve sizin de burası için ne kadar uygun bir komiser olduğunuzu hepimiz gördük.”
Hilal, etrafındaki yüzlere baktı. İlk anki kuşkulu bakışlar gitmişti. Yerini saygı ve güven almıştı. O artık sadece bir komiser değil, bir liderdi.
“Daha yeni başlıyoruz,” dedi. “Burası için yapılacak daha çok şey var…”