
İsmail SOYDAN
İnsan, beyaz bir sayfada küçük, masum bir nokta misali belirir önce. Aramıza teşrif ettiğinde ise korunmasız ve zeval bulmaya yatkın bir çaresizlik içindedir. Eğer bir aile ortamına doğmadıysa yaşama şansı yoktur; demek istemiyorum ama iyi biliriz ki insan yavrusunun yeryüzünde yeşerip boy vereceği en elverişli ve verimli toprak da ailedir. İnsanoğlu daha dünyaya gelmeden, onun adına adeta bir rezervasyon yapılır da, iki tane koruyucu melek-anne ve babası- bilabedel ve hatta canları pahasına, onu korumaya hazır bir halde bekletilirler. Sadece koruma da değil sıcacık aile ortamında sınırsız sevgi, şefkat ve fedakârlıkla büyütülme teminatıyla gönderilir insan. Bu durumun istisnaları muhakkak vardır fakat insan ırkının büyük bir çoğunluğu dünyaya bu şartlarda gönderilmekte ve tanrı, yarattığı hemen her insanı ebeveynlerine sağlam bir senetle (sevgi) emanet etmektedir. Aslında şöyle de bir tılsımı vardır bu yeni gelen misafirin: geldiği mekânı daha da ısıtarak orayı tam bir yuvaya dönüştürür. Zira çocuksuz bir aile tamamlanmamış bir yapı gibidir. Bu yapı ancak çocuk ya da çocuklar geldikçe tamamlanır ve orası sıcak bir aile yuvasına dönüşür.
Aile, yaratıcının bize sunduğu en büyük lütuflardan biridir. İlk önce ailede kabul görür, ailede onaylanırız. Orası bizim ilk okulumuz, içimiz, dışımız, kabuğumuz, özümüzdür. Ailede alırız ilk terbiyemizi. Kültürü orada tanır, orada benimseriz. Bir aile çatısı altında birleşerek, kendimize bu dünyada en fazla rahat edeceğimiz mekânı yaratırız. Burası bizim korunaklı kozamızdır. Bu koza bizi zamanla bir metamorfoza hazırlayacak ve nihayetinde kendi kanatlarımızla uçmamızı sağlayacaktır. İnsan kendisine bir aile kuruncaya kadar, başka hiçbir ortamda aile sıcaklığı ve sevgisini bulamaz. Bize sıcak gelen muhitlere en fazla ‘aile ortamı gibi’ diyerek benzetmede bulunuruz. Zaten, yuvası dışında sıcaklık arayan, talihsizlik yaftasını boynuna asmış demektir. Çünkü sağlam temeller üzerine kurulmuş bir yuva, hem ebeveynler hem de çocuklar için taze sevginin göz göz pınar olup aktığı bir sevgi membaına dönüşür. Ailesinde huzur bulamayan insan, dışarıda o huzuru görse bile tanıyamaz. Çünkü bu dünyada insan evladı için huzur da mutluluk da ancak aile fertleriyle birlikteyken yaşanabilecek duygulardır. Onun dışındaki mutlulukları ben suni teneffüs olarak görüyorum.
Aile bireylerimiz, yaşamımızdaki en önemli anların en güçlü tanıklarıdır. Onların tanıklığının kabul edilmediği hiçbir yaşanmışlık geçer akçe değildir. Ailede tanışırız kardeş denen mucizeyle. Aynı genetik mirasın, küçük farklılıkları olan, kopyalarıyızdır. Birbirimize benzeriz çoğu yönümüzle. Ortak mazimizin var ettiği sıcaklıkla ana babayı yolculadıktan sonra da, bizdeki lezzeti devam eder bu çok değerli aile meyvesinin…
Ailenin korunaklı akvaryumunda hayatın sert dalgalarına karşı korunur, kollanır, yıllar içerisinde bir birey olarak yetişerek yaşamla baş etmeye hazır hale geliriz. Bu süreçte bizler insan olmanın masumiyetini yitirmeden, gerekli eğitimi, gerekli beceriyi kazanarak toplum içinde yetkin kişilere dönüşürüz. Bu yolculukta en büyük şansımız birbirini ve bizleri seven ebeveynlere sahip olmamızdır. Anne ve babamız uzun yıllar boyunca her türlü sıkıntımızın ilk başvuru merkezi, çözüm odağı olurlar. Üstelik bu yaptıklarının karşılığında, bizi hayatta başarı göstermiş mutlu bireyler olarak görmenin kıvancı, onlara yeter de artar bile.
Olgunluk çağımızda, yuva kurma sırası bize geldiğinde ise kendimize, kalbimizi ısıtan uygun bir eş seçer, yolumuzu, kaderimizi hatta düşlerimizi onunla birleştiririz. Sonra günün birinde –vakit tamam olduğunda- hastaneye iki kişi gider, üç kişi döneriz. Bu öyle bir duygudur ki! Bebeğimizle o ‘ilk tanışma ânı’mız’ ömür boyu unutamayacağımız bir heyecan olarak kalır kalbimizde. Hele bir de babasıysak… Getirip kucağımıza bırakıverirler dünyanın en tatlı yükünü. O andan itibaren kalbimiz, onun minicik avuçlarındadır ve bir kez göz göze geldiysek artık, yollarımızı ayrılmamacasına birleştirmişiz demektir. Bu bir mucizedir aslında. Kendi bedenimizden bir can türemiştir ve biz onun büyüyüp bir birey oluşuna tanıklık ederiz.
Dünya sahnesinden nice medeniyetler gelip geçmiştir. Tarihin ilk zamanlarından bu yana varlığını sürdüren medeniyetleri de görürüz; dünya tarihi için kısa sayılabilecek sürelerde sahneden çekilip gitmiş medeniyetlere de rastlarız. Bu durumun en önemli sebebi kültürdür. Şöyle ki, bir millet ancak ve yalnız kültürel benliğiyle yarına kalabilir. O kültür ne kadar güçlü öğelere sahipse, kültürü yaşayan medeniyet de o kadar uzun ömürlü olacak demektir. Çin, İran ve Hindistan gibi güçlü medeniyetler, tarihin ilk zamanlarından günümüze kadar sürdürdükleri varlıklarını bu kültürel güçlerine borçludurlar. Hal böyle iken bizler de, toplumun ata tohumlarının toprakla buluştuğu en verimli alanı, yani aileyi asla göz ardı etmemeli; ailenin kültürümüzün aktarılmasında ve yaşatılmasındaki önemini asla unutmamalıyız. Yarına kalmak için bu günün ailesini güçlendirmeli, ciddi devlet politikalarıyla aileyi toplumumuzun yıkılmaz kalesi haline getirmeliyiz.
Çünkü aile dağılırsa, toplum çöker!
(Not: Bu yazı, 2025 Aile Yılı münasebetiyle, Mithat Paşa İlkokulu müdür yardımcısı İsmail SOYDAN tarafından kaleme alınmıştır. 09.12.2025)