Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
17°C
İstanbul
17°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

BEN MUSTAFA ZERGUL DAHA ÖLMEMIŞEM

BEN MUSTAFA ZERGUL DAHA ÖLMEMIŞEM
5 Şubat 2023 15:46
395
A+
A-

BEN MUSTAFA ZERGUL DAHA ÖLMEMIŞEM

Bir Haziran günü.
Kargala bataklığının tekmil sinekleri, yaban domuzları, çakalları ve diğer tüm canlılarını, sarı sıcağın ‘Ceft’ kazanı misali ovayı kaynattığı, toprakta sıcağın ılgıt ılgıt yılan dili gibi kayalıkları yaladığı sessizliğin tek hükümran olduğu bir gündü.
Sabri Koca güneşte yanmış bacaklarını kendisi gibi düşünceli eşeğinden sarkıtarak, arkasından beş-on koyun ve keçi ile üç oğlu ve eşiyle gelen ailesine adam boyu sazlıkların içinde yol bularak rehberlik ediyordu.
Büyük oğlu Mustafa otuzuna vardığı halde bekardı. “Bu zamanda gelin getirmek bizim gibi fukara kısmına ne caiz” diyordu Sabri Koca kendi kendine.
Gençliğinde bu ovanın üst taraflarına kurulmuş İbrahim Ağa’nın konağında azap’lık yapmıştı.
Yıllar önce ‘Ağa’sını bırakıp memleketine döndüğünde yaşlı İbrahim Ağa kendisine ‘bre kürdoğlu bir gün başın darda kalırsa kapımız sana her daim açıktır demişti’.
İşte İbrahim ağanın bu sözüne güvenerek baba yurdu Adıyaman’dan tüm ailesini ve elinde kalan beş-on koyun ve keçiyi alarak sıcak Pazarcık ovasına inmişti. Konağa vardıklarında kendisini tanıtmak için İbrahim Ağa’nın öldürülmüş olduğunu duyunca dizlerini dövüp saatlerce ağlaması yetmemişti.
Onun zamanında sümüklü karaca çocuklar olan İbrahim Ağa’nın oğulları büyümüş göbek bağlamış her biri kendi başına bir ağa olmuştu.
Rahmetli Ağanın büyük oğlu İsmail Ağa Sabri kocayı tanımıştı yalnızca. Öbürleri Sabri Koca’ya tiksintiyle bakarak nerden geldiyse oraya dönmelerini, baldırı çıplaklara dağıtacak ekmekleri olmadığını yüzüne “alaman filintasından” çıkmış kurşun gibi vurdular.
İsmail ağanın babadan kalma konağının hemen yanındaki yıkık dökük huğu Sabri Koca ve oğulları birkaç gün çalışarak onardılar ve oraya yerleştiler.
Büyük oğul Mustafa’nın tez elden traktör kullanması ve İsmail Ağa’nın pamuk tarlalarında çalışması öğütlendi.
Mustafa uzun boylu, geniş omuzlu, bakır yüzlü cüssesiyle kısa zamanda diğer traktör sürücülerini kıskandıracak şekilde bu işi kavramıştı. Sabahtan akşama kadar tarlalarda bir çapa çeker bir köten (traktör pulluğu) le firezleri aktarır akşamın ilk saatlerinde uyurdu.
Traktörle çapa çekerken motorun sesine bir silah sesi karıştığında sese pek aldırmadı.
Ağa çocuklarının sık sık eğlenmek için yine silahla nişan yarışına girdiklerini sandı.
Tarlanın alt başına vardığında çapa vuran Kürt amelelerin koşuşarak bağrıştıklarını görünce traktörü durdurarak kendisi de onlara doğru koştu.
Ameleler yerde kanlar içinde yatan adamın etrafında halka olmuşlar, genç bir kadın başındaki puşuyu sallayarak ağıt, figan içinde saçını yoluyordu.
Diğer kadınlar ağlayan kadına uzaktan bakarak başlarını sallıyor, güneşten korunmak için gözlerini kısarak “belliydi öyle olacağı kaltak, koç gibi yiğidi yedin şimdide ağlarsın. Yarın da Mehmet ağanın koynunda tor katırlar gibi fingirdersin. Olan ölene olur yoksa kime ne gam” deyip kendi aralarında konuşuyorlardı.
Mustafa her gün bu insanlarla yan yana tarlalarda çalıştığı halde çoğunun ismini dahi bilmiyordu. Neler olup bittiğini öğrenmek için bir iki erkeğe sorduysa da herkes sırtını dönerek ona cevap vermiyordu.
Akşam babası Mustafa’yı çağırıp “oğul, halimizi görürsün ne yedeğimiz ne de içtiğimiz var, yüce Allah günahlarımızı affetsin, Mehmet ağamızın başına bir hal gelmiştir, elinde silah patlamış amele Rüstem’in kafasına denk gelmiş kör kurşun, Allah kazada beladan korusun yoksa ağamızın böyle bir şey yapacağını kim düşünebilir. Ağadır hapse girse olmaz dağa çıksa olmaz.
Mehmet ağa derki Mustafa dersinki silah benim elimde patladı, bir kazadır oldu ve olayı üstüne alsın. Sen bunu yaparsan Mehmet ağa evvel Allah bu iyiliğin altında kalmaz. Ağa kısmıdır, eli uzundur zaten kısa sürede ilçede işleri yoluna koyar bu dava da kapanır. Lakin senin bir süre ortalıkta görünmemen lazım. Var git Kürt aşiretine sığın”.
“Kürt’tür kadir bilir ele vermez aman dileyeni. Bizm de evimizde aşımız cebimizde paramız olur…”
Mustafa babasının söylediklerini dinledi uzun uzun Yaşlı Ana’sının sarı sıcakta iki büklüm çalışır halini getirdi gözünün önüne ve babasının istediğini kabul etti.
Bir Haziran sabahı Atmalı Aşiretinin çadırlarına misafir oldu. Boynunda sarı Çiti, sırtında siyah bir palto vardı.
Aşiret olup bitenleri duymuş, ağaların Mustafa’ya oynadığı oyunu acı bir kızgınlıkla karşılamıştı.
Ne ettilerse de Mustafa’yı kabul etmemesi için ikna edemediler. Aşiretin yaşlısı Horo “garip oğul dağa çıkmak nedir bilirmişsin, dağ eşkıya mekanıdır, eşkıyanın derdi silahının sırtına yüklüdür, pusu, jandarma, ihbar, bunlara göğüs germek için kötülüklere kinin olmalı. Böyle yavan yapıldak keklik yavrusu gibi avlanırsın” diyerek onu vaz geçirmek istediyse de fayda etmedi.
Birkaç ay Mustafa dağda Kürt çobanlarla yaşadı onların ekmeğine suyuna ortak oldu. Ağaya haber salarak bir silah istediyse de ağadan haber olmadı. Jandarmalar çadırlara baskın yaparak Mustafa’yı defalarca sordularsa da kimse Mustafa’yı ele vermedi.
O’nun çobanlarla gezmesinin tehlikeli olduğunu söylediklerinde Horo kadife kılıftan pırıl pırıl bir mavzer çıkararak Mustafa’ya uzattı.; “al oğul aşiretin sana hediyesidir, haber saldım sana bir de dürbün gelecek İsviçre’deki Mamo Dayı’dan’….
Şaşo günlerce Mustafa’ya silah kullanmasını öğretti.
Mustafa ilk atışta arkası İran Şahı tasvirli cep aynasını paramparça edince o’nun artık silah kullanmada usta olduğuna karar verildi.
Mustafa’nın sık sık söylediği ‘Zer u Gul’ türküsünden esinlenerek herkes ona Zergul der oldu.
Zergul dağ köylerine gitti, yoksul Türk köylerinden haraç aldı, sözünde durmayan Mehmet Ağa’nın evini kurşunladı…
Artık Zergul ismi kimisinin korkulu rüyası, kimisini de övünç kaynağı olmuştu. Karabıyıklı karakolunun başçavuşu Mustafa’yı yakalamak için yemin etmiş, “onu yakalamadan ölürsem gözüm açık giderim” der olmuştu.
Aşiretin erkekleri sık sık karakola çağrılıp işkence edildi, hakarete uğratıldı yine de Zergul yakalanmadı.
Bir gün Zergul çadırlara yanında beş arkadaşıyla geldi. Arkadaşları genç, temiz giyimli düzgün konuşan, ellerinin tazeliğinden şehirli oldukları anlaşılan konuşkan insanlardı. Dev Genç ismini ilk o zaman duydu aşiret…
Aylar sonra Zergul’un arkadaşları anlaşılmaz bir şekilde kaybolduklarında o yine yalnız kaldı dağlarda…
Bir haziran sabahı ova köyleri silah sesleri ve kurşun ıslıklarıyla uyandılar. Alaca karanlıkta namlularda çıkan alevler güneşin doğuşuyla kayboldu. Silah sesleri durmadı. Askerler dağa doğru her tarafı tarayarak ilerliyordu. Kekliklerin sabah temaşaları barut kokusuyla kirlenmişti.
Yılanlar insan boyu yükselerek zehir kustular.
Zergul mermilerini hesaplı kullanıyordu, dağa yetişmeden mermileri biterse bu o’nun sonu olurdu. Geriye doğru bir el ateş edip hemen ardından dağa doğru bazen sürünerek bazen koşarak ilerliyordu. Başçavuş bu “sefer Zergulu kıstırdım” diyerek sadik bir zevkle askerlerin en önünde ilerliyordu Mustafa’nın ölüsünün üstüne ilk kendisi varmak istiyordu.
Zergul yorgunluğa yenileceğini sandığı anda Mehmet Ağa’yı, anasını düşünerek içinde bir kin ve nefretle yeniden silahına sarılıyor bir el ateş ediyor ve bir an önce dağa, aşiretin çadırlarının olduğu yöne doğru kaçıyordu.
İçinde saklandığı buğday tarlasının dağla arası yüz metre kalmamıştı ki mermisinin bittiğini anladı. Tek kurtuluşu kaçmaktı. Askerler durmadan kuşun yağdırıyorlar, gittikçe yaklaşıyorlardı.
Mustafa son bir hamleyle kendisini dağın başlangıcı olan kayalıklara attı. Kurşunlar yanına yöresine düşüyor kayaları parçalıyordu. Kayaların arkasına gizlenerek yukarı doğru tırmandı. Askerler bir süre daha ateş ettikten sonra ateşi kestiler.
Mustafa’nın silahının sesi kesildiğinden O’nu vurduklarını sanıyorlardı.
Başçavuş zafer sarhoşluğuna kapılmış sevinç çığlıkları atıyordu.
Askerlere toplanma emrini vererek ölüyü aramalarını söyledi.
Bu arada Mustafa onlardan epeyce uzaklaşmıştı. Tehlikenin dışındaydı.
Silah seslerini duyan aşiret erkeklerinden birkaçı da Mustafa’ya yardıma gelmişlerdi. Tepede Mustafa’yla buluştular. İçlerinden bir tanesi Mustafa’ya Başçavuşun kendisini vurduğunu sandığını söylediğinde Mustafa’nın yüzü birden değişti, Mustafa yerinde duramaz oldu.
‘Hayır bir anlık da olsa bu zevki ona tattırmayacağım, beş dakika sonra gerçeği öğrenip kahrolacağını bilsem de kısa bir süre de olsa onun gibiler sevinmemeli diyerek askerlerin görebileceği bir kayanın başına çıkarak avazı çıktığı kadar:
‘Ben Mustafa Zergul Daha Ölmemişem’
diye bağırdı…
Askerler başçavuş görmesin diye arkalarını dönerek olmayan bıyıkları altında gülüyorlardı…

Vakıf Çağın

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.