Yüzünde dikine derin çizgiler olan esmer tenli zayıf bir adamdı babam. Üstelik bu kavruk vücuduyla çiftçilik gibi ağır bir iş yapmak zorundaydı. Belki de bu nedenle kendisine enerji sağlayacak yiyecekleri, özellikle de tatlıları çok severdi. Tabi yerleşim yerlerinden çok uzaklarda, dağ başındaki evimizde tatlı deyince akla helva gibi evde hazırlanabilecek tatlılar gelirdi.
Yarım daire şeklinde yerli ocağın çevresine toplandığımız uzun kış akşamlarda, babam bazen “Hadi kızanlar, bir helva karın da hep birlikte yiyelim!” derdi. Bütün gün sekiz kişilik ailenin yedirilmesi, içirilmesi, aklanması ve paklanması gibi işlerden yorgun düşmüş olan annem genellikle bu isteği duymazlıktan gelirdi. Renk renk yumakların, oyaların, kanaviçelerin içine gömülmüş el işi yapmakta olan ablalarım da yine bu çağrıyı duymamayı tercih ederlerdi. Biz boy boy üç tıfıl oğlan, babam biraz daha ısrar etse de hep birlikte helva yesek diye gözünün içine bakardık.
Ama babam kimseyi bir şey yapmaya ya da kendisine hizmet etmeye zorlamazdı. Eğer gerçekten helva yemek istiyorsa, dirsek keyfi yan geldiği köşesinden hemen doğrulur “Çocuklar bana kara tavayı getirin. Yağ şişesini getirin. Çuvaldan bir çanak un verin. Şeker kesesini verin. Kaşıklıktan tahta kaşık getirin!” diyerek, yerli ocağın başında helva karmaya girişirdi. Bu işleri de güzel becerirdi. Ara sıra Arap Aşı, Un Helvası, Nişasta Helvası ve tuzsuz taze peynirlerden Höşmerim Tatlısı yaptığı olurdu. Biz oğlan çocukları da severek ona yarım ederdik. Bazen evde yeteri kadar toz şeker olmaz, bu sefer de “Bana pekmez gürbesini getirin” deyip Pekmez Helvası yapmaya koyulurdu.
Abdest bardağından biraz daha büyük, su testisinden küçük orta boy toprak testiye “Gürbe” denirdi. Plastik bidonların henüz yaygınlaşmadığı zamanlarda Afyon Yağı, Susam Yağı ve Pekmez gibi sıvı gıdalar bu gürbelerde muhafaza edilirdi. İçerisine sinek böcek kaçmasın diye de ağızlarına mısır koçanından tıpalar yapılırdı. Bizim pekmez kaynatacak kadar çok üzümümüz olmazdı. Ama köyümüzde başta anneannemler olmak üzere bağları olan ve her yıl pekmez kaynatan yakınlarımız vardı. Pekmez kaynatılırken onlara yardıma giden annem, eve bir gürbe dolusu pekmez ile dönerdi.
Biraz sonra hep birlikte, üzerinde dumanları tüten, pekmez aromalı harika bir Un Helvasına kaşık çalıyor olurduk. Bir keresinde çarşıdaki bir gıda toptancısı babama iki litrelik dört köşeli bir teneke içerisinde Gül Reçeli satmıştı. Ailecek gül reçelini de çok sevmiş, kolay erişilen bir tatlı olarak daha sonraki yıllarda evden hiç eksik etmemiştik. Herhalde ondan sonra babam da zırt pırt helva karmayı bırakmıştır.
Değerli dostlarım. Daha önce sizlere Bazar Helvası, Gümeç Helva, Köpük Helva gibi öyküler anlatmıştım. Bu sefer de Pekmez Helvasını anlattım. Amacım sizlere çocukluğumda yediğim helvaları anlatmak değildi elbette. Bildiğiniz gibi Az Efe’nin sloganı; Bir asırdan bir asra öykülerle yolculuktur. Ben sizlere günümüzden elli, altmış yıl önce Ege kırsalında dağınık halde yaşamış olan Yörük ailelerin yaşamlarından kesitler sunmaya, böylelikle o yaşam biçimlerini ve kültürünü kayda geçirmeye çalışıyorum. Nisan başlarında yayımlanan KAYALI adlı romanım da yine bu niyetlerle kaleme alınmıştır. Seksenli yılların ortalarında yaşanan bir olaydan yola çıkarak o yılların Ege kırsalını anlattığım KAYALI adlı kitabımı henüz okumamış olan dostlarıma okumalarını, okuyanların da kitaplarını genç kuşaklara hediye ederek, onların da günümüzde artık var olmayan bu yaşam biçimlerini ve folklorunu tanımalarına yardımcı olmalarını dilerim. Sevgilerimle