Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

İLK ANI

İLK ANI
7 Nisan 2022 10:22
589
A+
A-


  Gün akşama dönmek üzereydi.. Sivas’ın en kavurucu yaz günlerinden birinde ben daha altı yaşındaydım, ablam ben ve iki arkadaşımız ip atlıyorduk. Sivas iklim olarak sert bir memleketti. Kış ayları insanı dilim dilim doğrarmışçasına ayazıyla yakarken, yazları nemden uzak iğne iğne batarcasına, kuru ve sıcak olurdu..   Yine böyle kupkuru bir temmuz günüydü, çocukça bağrışmalar ve kahkahalar eşliğinde en çığırtkan halimizle sayıyorduk…biiir ikiii üççç dörtt… En büyük meşgalemiz ip atlarken yanmamak, sek sek oynarken karelerde sırasıyla doğru sekebilmekti. Ben o zamanlar kara kuru ufak tefek bir kızdım, kavurucu yazların da güneşin yaktığı esmer tenimizle, Sivas’ın çocukları bin kilometreden seçilebilirdik belki de. Hepimiz aynı kavrulmuş gibi esmer ve kuru tene sahiptik sanki. Bu sert iklimi daha altı yaşındaki ben bile sevemiyordu sanki..


Bir çok kız çocuğunun hayalidir belki de halasının bir kuaför olması.. Benim için biraz farklıydı çünkü saçlarımı sık sık keserdi halam, hep kısaydı siyah saçlarım, öyle çok gür harika dalga dalga değildi hiçbir zaman. Ama bunu hiç dert etmiyordum, dedim ya tek derdimiz ip atlarken yanmamak ya da bir anlık huysuzlukla mızıkçı olmamaktı. 
Eve sadece su içmek, ya da acıkan karnımızı doyurmak için girerdik ta ki akşam ezanları okunana kadar. Bu ezan sesi dalga dalga sokaklarda yankı bulduğunda sanki ders zili çalmış da öğretmen bizi bekliyormuş gibi evlerimize koşuşurduk yorulmuş ama çok mutlu bir halde.
Yine böyle bir akşam üzeriydi ve biz dört kız çocuğu ip atlıyorduk, “döörrttt” adını da anımsayamadığım arkadaşım sayarken ablamsa iki kızın tuttuğu ipin ortasında bir kuğu gibi zarif bir edayla zıplıyordu, biri koşarak geldi yanımıza bu da mahallenin kızlarından biriydi, ablama yönelip ” annen geldiii, anneni getirdilerr” dedi olanca heyecanı bizi etkisi altına almıştı. Bütün gün yanmamak için, oyundan çıkmamak için deli gibi uğraşmıştık. Ama şimdi annemiz hastaneden gelmişti, ve ne ablam ne de benim umurumda değildi yanmak ya da oyundan atılmak annemiz gelmişti sonunda kimin umurundaydı oyun, üstelik yalnız da gelmemişti ki hem.. bir de bebek olacaktı yanında çocuksu bir meraka esirdik annemizden çok, gelen bebeğe olan merakımızla oyunu bırakıp, iki sokak boyu koşmaya başlamıştık minicik bedenlerimizle yere kapaklanırcasına koşuyorduk. Sanki yanından geçtiğimiz her insan ağır çekimde hareket ediyordu ya da biz ışık hızında yol alıyorduk.. altı yaşında ki bana sorsanız biz ışık hızındaydık derdi kesin… 


  Sonunda görmüştük bizim de doğduğumuz bu ev.. hayat demekti bizim için babaannemiz amcalarımız halalarımız annemiz babamız… ve hiç görmediğim dedem… hepsini içinde barındırmış, asırlık bir çınardı bulunduğu mahallede. Nefes nefese iki kanatlı tahta bahçe kapısına ulaşmıştık, olanca gücümle kapıya vurmaya başladım. Kapıyı kim açmıştı? Bakmamıştım ki.. tek düşündüğüm yeni gelen bebeği görebilmekti.. konuşuyor muydu acaba? Yada bizimle oynamaya gelir miydi? Bebek demek en küçük çocuk demekti çocuklar oynamayı severdi hayatımın gayesi oynamaktı, o da çocuktu madem o da isterdi kesin oynamayı kardeşten çok yeni bir oyun arkadaşım olacağı için sevinçliydim…Kimseye hiç bir şeye bakmadan telaşla girdim bahçeye, daha önümde anneme ve bebeğe ulaşabilmem için geçmem gereken eve açılan kapı, sofa(antre), sonra da annemin ve bebeğin olduğu odaya açılan kapı vardı… neydi bu böyle git git, koş koş bitmemişti bir türlü kalbim kulaklarımda atmaya devam ediyordu eve açılan kapıya koştum Rengi mavi miydi? Yeşil miydi? Şuan hatırlamıyorum ama o zaman da eminim hiç dikkatle bakmamışımdır… kapının renginin ne önemi vardı ki içinde ailem vardı ve kapı sadece onlara ulaşmama yardımcı olan bir araçtı. O ev çok şeyi ifade ediyordu, iç içe kocaman bir aile geçim telaşı huzur…bahçe çok güzeldi meyve ağaçları çimenler türlü çeşit güller ve çiçekler… bembeyaz kireçle boyanmış, bahçeyi çevreleyen duvarlar, her yağmurda toprak kokusuna eşlik ederdi o beyaz duvarların kokusu.. ben hep çiçeklerin kokusundan daha çok sevmiştim toprak ve kireç kokusunu…Şimdi rengini bile hatırlamadığım o kapıdan “sofa “ya geçmiştim yerde ince ama rengarenk bir halı vardı sanırım bordo-kırmızı renkler daha yoğundu, iç duvarlarda kireçle boyanmış olmalıydı bembeyazdı ve serin… ” neredeler neredelerr?”diye sabırsızca soruyordum ki, babaannem “şşşştt sessiz ol bakim, bebek uyuyo!?!!!!?”Eyvah eyvah papuçlarım dama mı atılmıştı yoksa??? Bebek için fırça mı yemiştim, babaannemin yüzünü inceledim pamuk ninem tam pamuktu… sütten beyaz tenine Sivas’ın yakıcı güneşi bile karşı koyamamıştı hala bembeyazdı, ya o gözleri! Denizin en tatlı tonuydu masmavi berrak minicik gözleri… Bugün daha farklı mı parlıyordu. Bi yokladım bakışlarını, hiç azarlar gibi değildi, yok yok kızmamıştı. Heyecanımızı anlamış ortak olmuştu sanki. Gözlerimde en meraklı bakışlarla gözlerine baktım “neredeler?” dercesine, şimdi konuşmadan anlaşıyorduk o da gözleriyle sağda ki odayı işaret etmişti oraya yöneldim. Pembe saten kaplı yorganın bir ucunda bitkin ama melek gibi bir kadın vardı… onun da teni beyazdı. Hayret bişeydi bu güneş sadece çocukları mı yakıyordu?!? Annem, babaannem neden süt gibi beyazlardı ki.. beyaz ten demişken.. yemyeşil gözlerinde ışığın kırılışını her sefer hayranlıkla izlediğim üç yaşında ki erkek kardeşim gelmişti aklıma… o da beyazdı! E ama peki güneş onu yakmıyorsa ablamı ve beni neden kapkara yapmıştı, sanırım gözlerimiz de güneş yüzünden siyahtı, o zamanlar adını bilmediğim bir renkti kahverengi.. o yüzden siyah diyordum, bu güneşin bizimle alıp veremediği de neydi böyle?!? Bizi yakmış kapkara yapmıştı kardeşim annem babaannem bembeyazdı, anladığımı sanarak durum hakkında fikir yürüttüm ve biz çok yaramazdık demek ki güneşte bize ceza verip yakmıştı tenimizi!? Keşke saçlarım erkek kardeşimin ki gibi altın sarısı olsaydı bari!!!


Yatağa ulaşmaya çalıştığım minicik adımların eşliğinde zihnimden geçen bunca soru, yatağa ulaştığımda cevapsız kalmıştı artık dikkatim annemdeydi. Güzel annemm, prenses annemm diye çocuk kalbimle sevmiştim onu hasta gibiydi. Zaten hasta olmasa yatmazdı ki her gün tonlarca iş yapar, herkesten erken uyanır herkesten geç uyurdu…çok mu hastaydı acaba, kalbim sislenmişti, üzüntüyle yaklaştım bebek çıkmıştı aklımdan yanağından öpmek istedim sıcacık elleri yanağıma değdi, sevdi beni anneler hep severdi kızlarını, huzur buluşum bundandı… dile gelmese de o sevgiyle titreyen bir bağ vardı aramızda. Soran gözlerle baktım anneme kimseyi duymuyor ve görmüyordum annem ve ben vardık orada sadece.” annee bebek nerde?” Çocukça bir fısıltıyla sormuştum çünkü bebek uyuyor demişti babaannem… Halalarımdan biri ” yok ki bebek gitmiiiş, hastane de kalmış bebek!” dedi herkes gülüyordu, hani sessiz olmamız lazımdı, hani bebek uyuyordu! Beni mi kandırmışlardı ki yoksa bu kadar gürültülü gülüşmeler olabilir miydi? Anneme baktım gözlerinde en güzel gülüşleri seyre dalardım her baktığımda ipek gibi kirpikleri kalem kaşları.. ve birde yeşilimsi ela muhteşem gözleri vardı, parlıyordu. Annem mutluydu üzerindeki pembe yorgan gibi yanakları da pembeydi. Beni görünce mi iyileşti yoksa gülmek mi onu iyileştirmişti? Sonra hayal kırıklığını gözlerimde görmüş olmalı ki, ” bebek yorganın diğer ucunda kızım, uyuyor” dedi kadifemsi yumuşak bir tınıyla… İşte büyük an!!! Bebeği göreceğim sonunda!! Onu görmek için bilmem kaç tane engeli aşmıştım. Ablam da bende usul usul yaklaştık babaannem yorganı kaldırdı, bembeyaz bir kundağın içinde esmer bir bebek vardı minicik burnu pespembe dudakları vardı, kirpikleri de vardı hem de upuzundu ama bebeklerin kirpikleri oluyor muydu ki? Yanakları da çok güzeldi yumuşacık görünüyordu, içgüdüsel bir şekilde öpmek istedim ama bunun için izin almam gerekirdi. Babaanneme baktım gülüşü yayılmıştı yüzüne gözleri çakmak çakmaktı. ” öpiyim mi bi tane babaanne nolurr?” dedim. Onaylar bakışlarıyla evet manasında başını salladı. Pamuktan hafif, kar tanesinden daha hassas bir öpücükle, kardeşime ‘hoş geldin’ demiştim. Tanışmıştık kardeşimle sonunda…

Yazar: Selda Ozan Kuruçay

Yorumlar

  1. İBRAHİM dedi ki:

    Çok güzel olmuş kalemine saglık

    1. Selda.. dedi ki:

      Teşekkürler

  2. İBRAHİM ŞAHİN dedi ki:

    Çok güzel olmuş kalemine saglık

    1. Selda.. dedi ki:

      Teşekkürler 🙂