Güz mevsimiydi. Egenin kuzeyinde dağların üzerindeki küçük bir kasabaya gitmiştik. Kasabanın merkezindeki bütün yollar ve ara sokaklar trafiğe kapatılmış, gölgeliklerin altına tezgâhlar kurulmuştu. O gün kasabanın pazarıydı. Güneydeki turistik kasabalarda pazar yeri denilince insanların aklına daha çok sebze ve meyve satılan sergiler gelirdi. Buradaki tezgâhlarda ise çok miktarda tekstil, ayakkabı ve zücaciye ürünleri de vardı. Demek ki düşük gelirli yöre halkı, pek çok ihtiyacını pazar yerindeki bu sergilerden karşılıyordu.
Pazar yerinin girişinde genç bir adam, kaldırımın kenarına koyduğu küçük bir sehpanın üzerinde petek helva satıyordu. O günlerde on altı yaşlarında olan oğlum ile gencin tezgâhına yaklaştık. Naylon poşetler içerisine konulmuş, bir tarafı pembe diğer tarafı krem renkli gofretle kaplı petek helvalardan iki poşet satın alıp yakındaki bir bankın üzerine oturduk.
“Baba, bu nedir?” diye sordu oğlum.
“Gel oğlum.” dedim. “Hem yiyelim, hem de sana bir hikâye anlatayım;”
“İlkokula giderken her sabah babam bana yirmi beş kuruş harçlık verirdi. İkinci veya üçüncü teneffüste paramı elime alır, okulun güney tarafındaki bahçe duvarının kenarına giderdim. Duvarın hemen öbür tarafında köy ebesinin lojmanı vardı. Okulumuzun bahçe duvarı, okul bahçesi ile lojman bahçesini birbirinden ayırırdı.
Bizlerden birkaç yaş büyük olan Ebe Hanım’ın kız kardeşi, içerisinde çubuklar halinde kesilmiş petek helvalar bulunan bir tepsiyi bahçe duvarının üzerine koyar, teneffüslerde öğrencilere helva satardı. O zamanlar naylon poşetler ve kâğıt peçeteler pek yaygın olmadığından, helva çubuklarını elimizle veya defterimizden kopardığımız minik bir kâğıt parçasıyla tutar öylece yerdik.
Bazen canı helva çeken ama harçlığı olmadığı için uzaktan bakan arkadaşlarımız olurdu. Helva çubuğunu ortasından kırar önce daha küçük parçayı arkadaşımıza uzatır, sonra bu yaptığımızdan utanır bu sefer de büyük parçayı ona uzatırdık. Arkadaşımız genellikle, “Fazla tatlı sevmediğini” söyleyerek küçük parçayı alırdı. Helva çubuğunun tanesi on beş kuruştu. Artan on kuruşu ertesi güne saklar, bu sefer iki helva birden alır, arkadaşımızla beraber yerdik. Bu petek helva köy yerinde bulabileceğimiz yegâne tatlıydı. Arıların içerisine bal yaptıkları altıgen gözeneklerden oluşan peteğe bizim oralarda “Gümeç” denirdi. İşte o nedenle okulumuzun bahçe duvarı üzerinde, ebe hanımın kız kardeşinden satın aldığımız tatlıya da Gümeç Helva derdik.”
“Biliyor musun baba?” dedi oğlum, Gümeç helvasından bir ısırık daha alırken. “Ben böyle hikâyesi olan şeyleri çok seviyorum. Bana sanki daha tatlıymış gibi geliyor.”
“Haklısın,” dedim. “Bana da tatlı gelir. Ama helvanın kendisi değil, hikâyesi. Ne zaman dilim bu tatla buluşsa, kalbim de o günlere doğru bir seyahate çıkar.”
Ağzınızın tadı hiç bozulmasın. Sevgilerimle…
Necati KÜÇÜK
( Az Efe )