DEĞİŞEN TOPLUM
İbrahim Ayğırcı
…
Bilim ve teknik erdemli yöneticilerin elinde tüm güzelliklerin anahtarı… Zalimlerin elinde ise; kan kusturan idi. Evet, bilim ve teknik her başlangıçta vatandaşların mutluluğunu hedef alan yegane program… Ve daima adaletin mührünü taşıması… Aslında adalet, ilk etapta idarecilerin temel felsefesiydi. Sonra anahtarı eline alan idareciler üzerine düşeni yapmaktan vazgeçti. Vazgeçince devlet, adil olma vasıflarını kaybetti. Adil olma vasıfları kaybolurken, anahtarı tutanlar kendilerini despotlukla kabul ettirtmek derdine düştü… Ne hikmetse peşlerindeki millet de despotluğa alıştı. Çünkü millet de artık kaba kuvveti kabul edip, zulüm yapanlara saygı duyduğunun haberini vermekte…
Despotluğu kabul etmeyip acizane kavga için ayağa kalktım. Dövüşürken mağlup oldum. Mağlubiyetim siyasi… Siyasete bulaşmadım ama bana siyasi suç işlettiler. Siyasi suçum ülkesini sevmek… Ama ne yazık ki sevdiğim ülke bozgunlar silsilesini yaşatanlarla beraber… Ve ne yazık ki şimdiye kadar onlara karşı hiçbir kavga zaferle taçlanmamış… Benim kavgam da öyle olacak herhalde… Belki ben de mağlubiyetle masal olacağım. Masalımı bir an hücrede bırakarak sabah erken dışarı çıktım ve dışarıda volta atıyorum. İnsan değişebilir mi? Bu sabah ilk düşüncem bu oldu. Düşüncelerimle bir köşede oturdum ve çocuklarımdan gelen mektubu tekrar okumaya başladım. İlk cümleler acıtıcıydı. Her şeye rağmen acıtıcı cümlelerle hırçınlaşma içinde olmadım. Ama üzüldüm… Acaba ıstırapla mı mayalıyor idim evlatlarımın yaşamlarını? Halbuki ıstıraplarımı hep gizlemiştim Demek ki ben rol yapacak kadar iyi bir aktör değildim… Düşman dünya insanı oyalayabilir iken, bir tek ben çocuklarım karşısında bu işi başaramıyordum. Değişip suç diye giydirilen elbiseleri hücrede bırakmak isteyebilir miydim? Ama ben suçlu değildim ki. Ben suçlu değil iken, suçlu olmayan benden başkaları da vardı. Evet, burada aleyhimize de olsa, bir avuçta olsak hücrelerin karanlıklarında yıllarca adaleti haykırdık. Haklı olduğumuzu ve haklı olanların hakkını haykırdık. Ama haklı iken bile ümitsizlikle kalıyorduk. Biz de ümitsizlik içinde isyan ettik. İsyan; haklılığımızı kabul etmeyenlere karşı idi. Tabi ki haklı iken bile hiç bir zaman kabul görmemiştik. Her türlü hakarete maruz kalırken bir yere de tutunmak da istememiştik. Tutunamaz idik. Çünkü ağaç kökünden çürümüştü. Toprağından sökülen ağacın hiçbir dalı sağlam kalmamıştı… Belirtiğim gibi bir taraftan da baba idik ve çocuklarımız vardı. Evet, çocukların ihtiyaçlarını karşılamak için bir taraftan da ailemize ekmek yetiştirebilmek için çırpınıyorduk. Açlıkla açlıklarını gidermek için çırpınıyorduk. Kavgamız haksızlığı yaratanların putlarını yıkmaktı. Bizim için bir put var mıydı? Putların peşinde koşarken, bizim putlar hep kendi kendilerini yıkıyorlardı. Yıkılan putlardan sonra tek başımıza idik. Yalnızlık ve yalnızken bile silinmemek ve ezilmemek için kavgada idik. Nasıl kavgamız olmasın ki? Bize göre ülkemizde daima kurtarılması gerekenler vardı. Biz ve bizim gibi sınıfsız olanların kurtarılması gerekirdi. Sınıfsız iken, bizim kurtuluşumuz hiçbir renk altında tecelli etmeyecekti.
Elbette bir rengimiz olacaktı. Rengimiz, bilim ve tekniğin erdemli olanların eline geçip adalet için açılması gereken kapı olacaktı… Yani rengimiz kahredici haksızlıklardan kurtulmak için daima erdemli olanlarla istişare halinde olacaktık. Ama bizim gibi düşünenler ne yazık ki yaşadıkları memlekette bir facianın içinde… Çünkü düşünenlerin beyni ülkemde köpeklerin önüne atılıyordu.