Ben kendi toplumumu ve konuşulan Türkçeyi her toplantıda dinledim. Dinlediğimi de hep seyrettim. Toplum dağınık ve Türkçe perişandı. Bu toplum ve konuştuğu Türkçe bütün hafifliğiyle ortadaydı. Bu toplum ve bu Türkçe birbirinden kopmuş iki çözülmüşü sergiliyordu adeta. Eriyen, dağılan toplumla, kaynaştırıcı olmayan bir Türkçe dili vardı ortada. Çünkü Türkçe, İngilizceyle musiki sesini kaybediyordu. Musikisi olan Türkçe benim dilim olmasa, İngilizceyi ve konuşan İngilizleri kıskanacaktım. Türkçe benim ülkem ama İngiltere ve İngilizce benim ülkem değildi. Kendi ülkemde İngilizce bizi sarhoş ederken, Türkçe’m kafası dönen bir İngiliz sarhoşun elindeki kadehe doldurulup içiliyordu artık. Adeta Türkçe’m sarhoşa kurban ediliyordu. Hem de abuk sabık sarhoşun konuştuğu İngilizceye feda ediliyordu. Toplum, Türkçesiyle değil ancak İngiliz’in İngilizcesiyle yaşamaya alıştırıyordu kendini… Kendi Türkçe’miz yokken, kendi ülkemiz de yok idi. Daha doğrusu dilsiz olarak ülkemizde yaşıyorduk. İngilizce toplumun dudaklarında güzel değilken, onları sahibine vermiyor ve biz de sahip olduğumuz güzel Türkçe’mize sahiplenmiyor idik. Sahiplenmeyenlerin konuştuğu Türkçe dili seviyesizliğiyle sırıtıyordu. Sırıtan da her sohbete Türkçeye yakışmıyordu. İlk defa Türkçe kaybolan musikisiyle sırıtıyor da değil idi. Ve ilk defa da Türkçeyle İngilizce alevden iki ırmak iken, birbirine karıştırılıyor da değildi. Bu benim içinde yaşadığım topluma ve benim konuştuğum Türkçeye kesilen bir ceza idi. Bu gaflet miydi yoksa ceza mıydı? Bu ceza bilinçli mi yapılıyordu? Dün bir toplantıda bu ceza mı, yoksa gaflet mi canlı olarak yaşandı. Ve canlı toplantının adı “Zoo Teknik Kongresiydi”. Şimdi bu kelimelere bakıyorum, hiçbiri benim değildi. Yani hiçbiri Türkçe değil idi. Acaba bunu kullananlar bu kelimelerin manasını biliyorlar mıydı? Ya da benim dilim bu üç yabancı kelime karşısında acizliğini mi ilan ediyordu. Kelimelerin manasından bize ne diyebilir miydik? Diyemezken, Zoo kelimesi, teknik kelimesi ve kongre kelimesini kullananlar kendi dillerinin rüsva ve rezilliğini nasıl göze alabiliyorlardı. Rüsva ve rezilliği nasıl kendilerine saygı payesi olarak görebilirlerdi ki? Kendi diliyle, yani kendi kalbiyle ve kendi kafasıyla yaşamamak nasıl saygın bir yaşam olabilirdi? Acaba bu yaşam şekli kendimize acıyarak bakmak değil miydi? Türkçeyi ihmal edenler İngiliz’in iki yüz ellilik kelimelik dillini tek biliyorlardı. Düşüncenin karanlığını yarım yamalak İngilizce ile kendini zincirlemek değil miydi? “Kendine iyi bak”, mağaranın karanlığında “Take care of you” bize tercüme edilmiş şekli değil miydi? “Ne demek kendine iyi bak?” Üzerimize yoksa yoğurt mu dökülmüştü? Bir de dilimize bir delinin icat ettiği “atıyorum” kelimesini her aydın kullanırken, acaba seviyesizliği ispatlanmış kelimeyi kendi manasında mı kullanıyorlardı? Peki “atıyorum” kelimesini bazı profesörler nasıl kullanabiliyorlar? Yabancı kokan “Profesör” kelimesini kendilerine bir cübbe yapanlar, öyle cehalet kokuyor ve öyle cehalete alıştırılmışlar ki ne yaptıklarını bilmeyecek kadar… Ne yapacaklarını bilmeyen profesörler dili değiştirdi. Çünkü düşüncenin malzemesi dil idi. Düşüncesiz bir nesil sırtını nereye dayayacaktı? Sırtımızı dayatmak için ülkede sayısı bilinmeyen binlerce misyoner okulu açtılar. Kendi ülkemizde başkasının namına açılan okullarda bu halkın gözünü yarım yamalak İngilizceyle boyayan ve aldatanlar kendilerini nasıl tanıtacaklarını da çok iyi öğrenmiş…